Fususul Hikem'in Sırları

Adem

Ademi (veya insani) kelimenin (hakikatin) uluhiyet (ilahiyat) mertebesine (seviye) has kılınmasının sebebi “ahadiyet'i cem” (birleştirici/toplayıcı/bütünleyici birlik) ile ortaklıktır. Nitekim, “Allah” ismi ile ifade edilen uluhiyet mertebesi şunları kuşatır: Bütün ilahi isimlerin özelliklerini, bu isimlerin detaylandırılmış hükümlerini ve başlangıçta bu isimlerin kendilerinden kollara ayrılan ve hükmü onlarda sona eren bağıntıları. Bahsedilen bağıntılar ile Zat arasında bir isim vasıtası yoktur. Nitekim uluhiyet açısından, isimlerden başka şeyler ile Zat arasında da herhangi bir vasıta yoktur. Dolayısıyla yüceden aşağıya doğru gözlenen, hakikatlerden perdelenmenin yol açtığı ilüzyondur. Varlık mertebelerindeki en aşağı nokta -ki insanlıktır- aşıldığında ise uzaklık giderilir ve hüküm başa, yani zirveye döner.

Hakikati ve mertebesi açısından insan ile Hakk arasında hiçbir vasıta yoktur. Çünkü insanın hakikati zorunluluk ve imkan hükümlerini birleştiren berzahlıktan (ortada bulunmak) ibarettir. Dolayısıyla insan, hem etken hem de edilgen olmakla iki tarafı da kuşatır. Bu sebeple tüm varlıklardan daha önce ve aynı zamanda da daha kıdemli olmaktadır.

İnsanın son olmasının sırrı, hüküm ve eserlerin başta kendisinden çıktıkları gibi tekrar insanda sona ermeleri, aşikar ve gizli olarak onda toplanmış olmalarıdır. Şöyle ki, Hakk'ın bütün işlerini ve bunların hükümlerini birleştiren (genel/büyük) işin hükmü devridir (dairesel). Söz konusu bu işin hükmü ve ana işlerden ibaret olan bu işin gereksinimlerinin -ki bunlara gayb (bilinmezlik) anahtarları denir- hükmü de devridir. İşte bu nedenle devir sırrı, varlıkların hallerinde, hükümlerinde ve zatlarında belirmiştir. Çünkü felekler (gökler) de gayb anahtarlarından meydana geldikleri gibi, akıllar ve nefsler de, cisimler ve cisimlerin ilimleriyle olan hükümleri açısından manevi felekler gibidirler. Böylelikle kuşatma özelliği ve devir, hem manada, hem de surette ortaya çıkmıştır.

Akıllar ve nefsler, vasıtaların çokluğu ve azlığı, zatlarındaki çokluk hükümlerinin fazlalığı ve azlığına göre Hakk'ın katında farklı mertebelerde bulundukları için, felekler hüküm ve kapsamda farklılaşmıştır. Buna göre en şerefli akla -ki İlk Akıl'dır- en yakın olan felek, kuşatması en fazla ve kendisindeki çokluğun en az olduğu felektir. Derecelenme buna göre büyükten küçüğe doğru devam eder.

Aydınlanmış akıl ve hakiki gözlem alanında durum böyle olduğu için, ilahi emir ve sünnet, ilahi yardımın varlıklara ulaşmasını ve hükmün ilahi mertebeye dönüşünün devri olmasını gerektirmiştir. Buna göre ilahi inayet, Feyz-i Akdes'den (Mutlak Kutsallık Feyizinden) berzahlık ile ortaya çıkar ve Akl-ı Evvel (İlk Akıl) mertebesine ulaşır. Akl-ı Evvel, Kalem diye ifade edilir. Buradan sırasıyla, Levh'e (Levha), Arş'a (Taht), Kürsü'ye, feleklere (gökler), unsurlara (elementler), müvelledata (maden-bitki-hayvan) uğrayarak, her mertebenin özelliği ile boyanmış bir halde nihayette insana ulaşır.

Bu inayetin kendisine ulaştığı insan, süluk (dikey yolculuk) ve uruç etmekle (yükselmek), kendi asli mertebesi olan berzahlık ile birleşmek için akıl ve nefsleri kendi zati ve asli münasebeti ile aşan ve onlarla birleşen kimselerden olabilir. Bu durumda bu kişiye ulaşan yardım, (daha önce geçilen mertebeler dolayısıyla) çokluk içinde çokluğun ve çokluk suretinin en ileri derecelerine vardıktan sonra, çokluğun birliğiyle berzahlığa ulaşır. Ahadiyeti (birlik) takip eden vahdaniyet (teklik), bu berzahlığın özelliklerindendir. İlk Akıl'a ulaşan feyzin kendisinden ortaya çıktığı makama (Feyz-i Akdes) ulaşılmasıyla daire (varlık dairesi) tamamlanır. Bu bir sırdır ki, bunu bilmeyen ve buna tanık olmayan kimse, Allah'ın “Emrin bütünü O'na döner.”(Hud, 123) ayetinin hakikatini anlayamaz.

Bu kamil (olgun) kişi için birleştirici sureti itibariyle “O en güzel surette yaratılmıştır.”(Tin, 5) ve sonsuzluğa dönen hakikati açısından da “Ecri (ödülü) sınırsızdır.” denilmiştir. Adem'e bütün isimlerin öğretilmiş olması bununla ilgilidir. Allah'ın, Adem'i Kendi sureti üzere yaratmış olmasının ve dolayısıyla insanın Hakk'ın halifesi olmasının sırrı da burada yatar. Bu özelliğe sahip olmayan insan ise aşağıların aşağısındadır. Bunun nedeni, o insanın çokluğu yüzünden kendi aslı olan vahdaniyet makamından uzaklığıdır. O, çokluk derecelerinin en derinine düşmüş ve orada kalmıştır. Aşağıların en aşağısında durduğundan, yükselip dairenin yarısını, yani tepe noktasını aşamamıştır. Kamiller de bu ulvi (yüce) mertebeden inmiş olsalar bile, (dairenin yarısını aşmakla) onlar inişlerinde yükselmişlerdir. Nitekim Peygamber Efendimiz (Salat ve Selam üzerine olsun) için şöyle denilmiştir:

Allah seni Adem'den seçmiştir,

Sen inmeye devam ettikçe yükseliyorsun.

Açıklanan sebepten,

  • Adem (veya kamil insan) ilahi mertebeye tahsis edilmiştir.
  • Mana açısından ilk, suret açısından son olmuştur.
  • Zorunluluk hükümlerinin kaynağı olan vahdaniyet özelliğindeki hakikat ile imkan hükümlerinin kaynağı olan çokluk hükümlerini kendinde toplamıştır.
  • İşin sonunda vahdaniyete ulaşmıştır.

Adem'in (veya kamil insanın) vahdaniyete ulaşması şu hakikattendir: Herhangi bir şey sınırı aştığında, zıddına ulaşır. Dolayısıyla (aşağıların en aşağısında bulunmanın verdiği imkanla) çokluk sınırının aşılması, tekliğe ulaşılmasına imkan vermiştir.

Madde, yaratmanın kendisinden, kendisinde ve kendisi sayesinde gerçekleştiği şeydir. Hakk, indirmiş olduğunda kitaplarında yaratmaya “kavl” (söz) ile işaret etmiştir: “Bir şeyi irade ettiğimizde, ona sözümüz…”(Nahl, 40)

Zat ile kendisine ait olan eser arasında sadece söylenmiş sözler vasıta olup da eser, kendi temsil ettiği hakikate saf bir ayna olursa, bu fiilin ismi “kelam”, kendisi ile ortaya çıkan eser de “kelime” olur. Bu durumda fiil Zat'ı takip eder -ki bu Hakk'ın fiilinin, zatı ile beraber olmasıdır. Dolayısıyla böyle bir fiil zorunludur ve Hakk'a nispet edilir. Kelime her ne kadar Zat'a olabildiğince yakın olsa da, zati mutlaklık bu tarzda ortaya çıkan şeyden ayrılır. Bu yüzden kelime, ne mutlak anlamda Hakk'ın kendisidir, ne de Hakk'dan ayrıdır; ama Hakk'ın elçisidir.

Fail olan Hakk ve meydana gelen şey arasında, varlıksal bir aracı ya da mazhar (kendisinde göründüğü) bir suret bulunup, fiilin gerçekleşme yeri ve kudretin nüfuz mertebesi olan eserin mertebesi o şeyi gerektirdiğinde ise bu “kavl” diye isimlendirilir. Çünkü bütün tesir alan şeylerdeki ilahi tesir, eserin mertebesine göre meydana gelir ve ortaya çıkar. Dolayısıyla bu tarzda ortaya çıkan şey ile Hakk'ın zatı arasında, şeyin üzerinde bulunduğu mertebe, hakikat üzerine örtülmüş bir perde ve Hakk'dan uzaklık sebebi olur.

İlahi harfler, Hakk'ın eşyaları Kendi birliğindeki varlıkları açısından akletmesidir. Bu akletmenin bir benzeri, insanın bir şeyi ilime dayanmadan, suretten yoksun olarak nefsinde tasarlamasıdır. Bu tür tasarlamalar, manevi, zihni ve hissi karışımdan yoksun tekil tasarlamalardır ve Mefatihu-l Gayb (Gayb Anahtarları) diye isimlendirilirler. Onlar, -herhangi bir nitelikten yoksun- zati isimlerin ve asıl işlerin esaslarıdır. Hakikatler, bu tasarlamaların gereksinimleri, yani dayanak noktalarıdır. Tasarlamaların sonuçları ise kendilerinin ayrıntılandırılmasıdır.

İkinci akletme ise, (yaratılmışlıkla nitelenmeyen, parçalanabilir olmayan) zati, yani mutlak ilim mertebesinde -zati değil- göreceli farklılaşmaları bakımından hakikatler hakkında gerçekleşir. Bir önceki mertebe, hakikatlerin hakikatinin akledilmesiydi. Bu ise resmedilme mertebesidir. Bu yüzden, bu mertebeye işaret etmek amacıyla şöyle denilir: “Eşya Hakk'ın nefsinde resmedilmiştir.” Ancak, eşya arasındaki farklılaşmanın zati olmayıp, ilmin bir niteliği olarak ortaya çıktığı göz önünde bulundurulmalıdır.

Zati ilim mertebesinde hakikatler:

  • Gereksinimlerinden soyut olarak akledildiklerinde “gaybi harf” olurlar.
  • Gereksinimleriyle akledildiklerinde “gaybi kelime” olurlar.
  • Feyiz veren varlığın, -gereksinimlerine değil- yalnızca kendilerine bitişmesiyle akledildiklerinde “varlıksal harf” olurlar.
  • Feyiz veren varlığın, hem kendilerine, hem de gereksinimlerine bitişmesiyle akledildiklerinde “varlıksal kelime” olurlar.

Arapça temel alındığında, kelimeler insan aleminde en az iki harften oluşur. Bunların sayısı beşe kadar ulaşabilir. Terkip (bileşim, düzenlenme) dereceleri de böyledir; ikiden başlar, beşde sonlanır.

Zorunluluk açısından “varlık” ile, imkan açısından ise “var olabilirlik” ile nitelenen İlk Akıl'ın sadece bir çeşit terkibi vardır. Çünkü o, en basit varlık olmasıyla bunlardan başka bir nitelik kabul etmez. Hakk'a olan bu yakınlığı sebebiyle zorunlu sayılır. Diğer akıllar da bu açıdan aynıdır. İlk Akıl ile diğer akıllar arasındaki fark, İlk Akıl'ın bu akıllar ile Hakk'ın zatı arasında vasıta oluşu dolayısıyla onların hükümlerinin artması ve İlk Akıl'ın onlara göreli olan basitliğidir. Ancak burada akledilen çokluk, -varlıksal değil- gaybi olduğundan tüm akıllar aynı mertebede kabul edilirler.

Feleki nefsler ise bir olan Varlık'ın üçüncü mertebesindedirler. Dolayısıyla akıllar iki harfden oluşan kelimelere benzedikleri gibi, bunlar da üç harfli kelimeler gibidirler. Onları basit cisimler takip eder ve en son da insani alemde beş veya daha fazla harfle temsil edilen bileşik cisimler gelir.

Yaratıklara varlık bahşeden Rahmani nefes de bu beş esasa yayılır. Dolayısıyla insani harflerin mahreçlerinin (bedenden çıkış noktalarının) esasları da beştir; kalbin içi, göğüs, boğaz, hançer, iki dudak. Bunlar, asılların (İlk Akıl, diğer akıllar, nefs, basit cisim, bileşik cisim) mertebelerinin benzerleridir. Diğer mahreçler de bunlar arasında ortaya çıkarlar.

İndirilmiş bütün ilahi sözlerde yaratılış tertibine riayet edilmiştir: a) Harf, b) Kelime, c) Ayet, d) Sure, ve en son da hepsini birleştiren kitap gelir. Kitaplar da cinsler gibi dört tanedir: Tevrat, İncil, Zebur, Furkan ve birleştirici Kur'an.

İnsan, zorunluluk ve imkan hükümlerini kendinde topladığından “kitap” diye isimlendirilmiştir. Kitapların ve içerdikleri şeylerin farklılığı, kendisine kitap indirilen ümmetlerin farklılığına ve peygamber olarak gönderilen kişinin onlara getirdiği şeyin sırrına delalet eder ve onu açıklar.