Fususul Hikem'in Sırları

Yusuf

Bu fass nuri sıfata izafe edilmiştir. Gerçek nur, kendisi ile idrak olunan, ancak bizzat kendisi idrak edilemiyen şeydir. Çünkü o, her türlü ilişki ve izafeden uzak olmakla Hakk'ın zatının kendisidir. Bunun için, Resulullah'a (Salat ve Selam üzerine olsun) “Rabbini gördün mü?” diye sorduklarında şöyle cevap vermiştir: “Nuranidir; O'nu nasıl görebilirim?” Yani, görünmesi mümkün olmayan saf bir nurdur.

Hakk da, kitabında nurunun mazhar mertebelerinde zuhurundan bahsederken buna işaret etmiş ve şöyle demiştir: “Allah göklerin ve yerin nurudur.”(Nur, 35) Allah, benzerlik mertebelerini saydıktan sonra şöyle demiştir: “Nur üzerine nurdur.”(Nur, 35). İki nurdan ilki ziya, diğeri ise mutlak nurdur. Bunun için tamamlayarak, şöyle demiştir: “Allah, dilediğini nuruna hidayet eder.” Yani Allah mazharlarda ortaya çıkan ve mazharlara yayılan nuru ile, mutlak ve ahadi olan nuruna hidayet eder. Çünkü Zat, mazharlardan, nispet ve izafetlerden soyutlanması ile idrak edilemez ve görülemez; buna karşın, mazharlarda ve mertebelerin perdesinin ardından idrak edilebilir. Nitekim bir şair şöyle demiştir:

Adeta onu görmene mani olan bir güneş gibidir,

Bulut ile gizlendiğinde ise, onu görmek mümkün olur.

Resulullah, cennet mensuplarının Güneş ve Ay'ı görmeye benzeyen Hakk'ı görmelerine işaret ederek, cennettekilerin Rabblerini göreceklerini ve Rabbleri ile aralarında sadece Adn cennetinde zatı üzerindeki azamet örtüsü bulunacağını haber vermiştir. Böylece Resulullah perde mertebelerinin kalıcılığına dikkat çekmiştir ki, bunlar, mazhar perdeleridir.

Hakiki nur, kendisi ile idrak gerçekleştiği halde kendisinin idrak edilemediği bir şeydir. Öte yandan, karanlık ne idrak edilir, ne de kendisi ile bir şey idrak olunur. Ziya ise idrak edilir ve kendisi ile idrak gerçekleşir. Bu üçünden (hakiki nur, karanlık ve ziya) her birisinin kendisine ait bir değeri/özelliği vardır. Hakiki nurun değeri, öncelik ve asalet açısındandır. Çünkü bu nur sayesinde örtülü olan her şey açılır. Karanlığın değeri, hakiki nurun kendisine bitişmesiyle bu birleşmeden önce imkansız olan (kısmi) nurun idrakinin gerçekleşmesidir. Aydınlığın (ziya) değeri ise, zatıyla her iki durumu birleştirmesi ve iki şerefe de sahip olmasıdır.

Hakiki nurun (öncelik ve asalet dışında) üç mertebesi daha vardır. Bunlardan birisi mutlak varlığa ortaklıktır. Diğeri, mutlak ilme ortaklıktır. Üçüncüsü ise, zuhur ve ortaya dökme özelliği olan toplayıcılığa (gizlilik ve açıklık arasında berzahlığa) sahip olmasıdır.

İlmin, varlık ve nur ile birleştiği/ortaklaştığı yön, üçünün de “kapalı olanı açma” özelliğine sahip olmasıdır. Bu özellik şudur: Bir olan varlığa farklı çokluklar iliştiği için farklı kabul derecesindeki şeylerin varlığı bilinebilir. Bu nedenle varlık, yaratılmamış/bilinmeyen hakikatlerin bilinmesinin sebebi haline gelmektedir. İlim ise, yaratılmamış/bilinmeyen hakikatleri varlığın açmasından önce ortaya çıkartır ve varlığı nasıl kabul ettiklerini, bu kabulün kalıcılık, geçicilik, basitlik ve düzenlenme gibi özelliklerini bilir. Nurun açması ise, varlığın açmasından sonra olmakla beraber, idrak edilemez ve algılanamaz olmada varlık ve ilim ile ortaktır. Bunların birbirlerinden ayrılmaları, zati ahadiyet mertebesinde gerçekleşmiştir.

Bilinenler, sadece akledilme mertebesindeki (birbirleriyle) ilişkileri açısından ilmi çoğaltırlar. Öte yandan varlıklar, (mutlak) varlığı alt mertebelerde çoğaltırlar ve onu idrakler için ortaya çıkartırlar. Bu, ilim ve varlık arasındaki farktır. Hakiki nur ve saf varlık arasındaki fark ise şudur: Varlık, bilinenlerin Hakk'ın ilminde (yaratılışlarından önce) ortaya çıkan kabiliyetleri ile (aşağı mertebelerde) idrakler için ortaya çıkar. Mutlak nurun idrak edilmesi ise, -başkalık/ayırma/ayrışma olmaksızın- sadece varlığın mazharında mümkündür. İşaret olunan mutlak nur, Hakk'ın varlığından başka bir şey değildir.

Kuşkusuz mutlak varlık, kendisine zıt olan mutlak yokluğun karşılığı olarak düşünülür. Çünkü göreli yokluk, akılda (akledilme mertebesinde) ortaya çıkar. Varlık nuraniliğin sahibi olduğu gibi, göreli yokluk da karanlığın sahibidir. Bunun için mümkün, karanlık ile nitelenmiştir. Çünkü o, varlık ile aydınlanır ve sadece hayalde belirir. Mümkünün karanlığı, yokluğu takip eden iki yüzünden birisindendir. Mümkünün kendisiyle nitelendiği bütün eksiklikler, (kendi) yokluk hükümlerindendir. Nitekim Resulullah şu hadisi ile buna işaret etmiştir: “Allah halkı karanlıkta yarattı, sonra onların üzerine nurunu yaydı ve zuhur etti.” Burada yaratmak, takdir demektir. Nurun yayılması ise, varlığın mümkünlere verilmesidir.

Varlığın karşılığında düşünülen yokluk, -daha üstte veya aşağıda değil- sadece akledilme düzeyinde tahakkuk edebilir. Mutlak varlık ise, idrak olunamaz. Varlığa karşılık olarak düşünüldüğü mertebede (akledilme düzeyinde), yokluk, varlık için bir ayna gibidir. Varlık ve yokluk arasında ortaya çıkan şey, misal aleminin hakikati ve zati ziyadır (aydınlık). Sonra bu hüküm, (herhangi) iki şey arasında orta olan her şeye sızmıştır. Şöyle ki, varlığın bir tarafa nispeti diğer tarafa göre daha güçlü olursa, bu tarafın nitelendiği şey ile nitelenir ve onun ismi ile isimlenir. Nitekim, ruhlar alemi ve onun üzerindeki isim ve sıfat alemleri nur ve ebedi varlık ile nitelendikleri gibi, oluş ve bozuluş aleminin suretleri zulmet ve keder ile nitelenmişlerdir. Çünkü onlar, nur alemi olan ruhlar aleminin karşılığıdırlar. Bunun için Muhyiddin İbn Arabi hz. bu hikmeti “nuri” diye lakaplandırmıştır. Yoksa bu hikmet -saf nuri değil- ziyai bir hakikattir.

Maddesel insan yaratılışı ve ruhaniliğin arasında, kayıtlı hayal alemi bulunur. Bu alemde zuhur eden suret, kayıtlı hayal sahibinin iki taraftan olan nispetine göre değişir. Eğer nispeti ruhlar veya daha üst alemler tarafına daha güçlü ise, hayalleri gerçek, mevcut, sahih, nurani ve ilmi olur. Öte yandan, oluş ve bozuluş özelliğindeki bozuk suretlerin hükümlerinin ve dengeden uzak olan çeşitli hallerinin baskınlığından dolayı his alemiyle ilgisi daha güçlü olursa, uyku ve uyanıklıktaki hayalleri bozuk, görüş ve inançları da ilimden, nurdan ve ebedi varlık özelliğinden yoksun olduğu için isabetsizdir. Bunlar “karışık rüyalar” diye isimlendirilir.

Hakk, nurdur. Nur, nurda görülemez; nurun tam olarak görülebilmesi, karşısında karanlığın bulunmasına bağlıdır. Hakk'ın sevgisinin konusu, alemi yaratmaktır. Bunun sebebi de, Hakk'ın hüviyeti ve tekliği açısından özet; kendi işlerinde zuhuru açısından ise detaylı olarak kendisini görmek istemesidir -ki bu da -cela ve isticlanın kemalini sağladığından- ancak alemin yaratılmasıyla gerçekleşir.

İlahi işler zatidir ve Zat için tam isticla sadece, kendisini her tekil işte, o işe göre zuhuru ve o iş açısından görmesi ile gerçekleşir. Çünkü Hakk'ın bir işte kendisini görmesi, yalnızca bu iş açısından ve bu işin Hakk'ın mutlaklığını ve belirişini kabul ettiği şey oranındadır. Bundan dolayı Hakk'ın kendisini kamil görmesi, (işler arasındaki göreliliğin ortaya çıkması bakımından) bütün işlerinde zuhuruna bağlı olmuştur.

İşler, özellikleri açısından farklı ve sınırsız oldukları için Hakk'ın onlara göre olan zuhurlarının çeşitlenmesi ve bunların belirli bir süreye veya sona kadar değil, sürekli olmaları şarttır. Bu da, Hakk'ın “ebedi yaratıcı” olmasının sırrıdır.

Mertebeler, a) zuhur ve batınlık, b) manevi, ruhani, misali, hissi denge ve sapıklıklar, c) tam toplayıcılık ve bunun eksik olmasıyla sınırlıdır. Bunun için Emr, yaratma ile zuhur hükmünün, denge ve sapıklığın, eksikliğin ve kemalin devamlı olmasını gerektirmiştir.

İdrak edilmesi ve kendisi ile idrakin gerçekleşmesi açısından nurun mertebesi, “ziya” diye isimlendirilir ve kaynağı da misal alemidir. Misal aleminin “mutlak misal alemi” diye isimlendirilmesi açısından genel bir mertebesi olmasının yanı sıra, insani türün ve bütün hayal sahiplerinin hayal alemine ait sınırlamaları olan özel bir mertebesi daha vardır.

İnsanlar sınırlı hayallerine göre iki kısımdırlar. Sınırlayıcı sıfatların ve mizaci bozukluk hükümlerinin hayaline hakim olduğu kimse, hayalinin kaynağını, kökenini ve misal aleminden kaynağını bilemez, -ona ulaşma imkanı bulunsa da- görme ve ilim ile ona ulaşamaz. Kayıtlı hayalindeki seyri, mutlak misal alemine bitişik olarak gerçekleşen kimse, bu aleme girer ve orada Hakk'ın kendisine gösterdiği şeyleri gözlemler; hatta bazen oradan ruhlar alemine, sonra ilim mertebesinin genişliğine çıkar. Böylece, henüz bilinmeyen ve his aleminde zuhur etmesi takdir edilmiş olayların hepsini öğrenir.

Tabirci, tabiri ve rüya mertebelerini tam olarak bilen bir kimse ise, gördüğü şeyi ve kendisine görünen suretler ile ne kast edildiğini bilmeyen rüya sahibinden rüyasını işittiğinde, hayalinde rüyayı canlandırır. Onu canlandırdığında, rüyayı misal alemine kadar yürüterek, bu rüyanın misal alemiyle ilişkisini görür. Bu nispet ile rüya ve içerikleri hakkında akıl yürütür. Bazen, bu rüyayı ruhlar alemine ve daha öteki alemlere taşır. Böylece, kendisini temsil eden bu surette gösterilmek istenen hakikati öğrenir ve amaçlanan şeyi haber verir. Bu haber verme, “tabir” diye isimlendirilir.

Rüyada gösterilmek ve belirtilmek istenilen mana ile onu temsil eden suret arasında uyumsuzluğa sebep olan bozukluklar, rüya sahibinin batınının kirliliğine, mizacının ve zihninin yapısının bozukluğuna ve hissi hallerinin kötülüğüne delildir. Hissi halleri, yalancılık, bayağılık, vakitlerini ve iyi hallerini zedeleyen kötü işlerdir. Böylece, iyi hallerinin ve sıfatlarının hükümleri, kendisine hakim olan vasfın yanında yok olur. Eğer durum bunun aksi ise, tersi olur. Resulullah'ın “Rüyası en doğru olanınız, sözü en doğru olanınızdır.” hadisi buna işaret etmektedir.

Başka bir hadiste de “Rüya üç kısımdır...” denilerek rüyanın genel kısımlarına, rüyalardaki denge ve sapma hükümlerine dikkat çekilmiştir.

“Allah'tan olan rüya”, denge sahibinin istidat ve hazırlığına, ilham yerinin ve nefsin temizliğine bağlı olan kısımdır. Böylece rüya sahibi kendisine misali suretler vasıtası ile ulaşacak ilahi bilgilendirmeleri, ruhani ve manevi tecellileri anlayabilir.

“Şeytanın kişiyi üzmesinden ibaret olan rüya”, mizaci sapmaların, nefsani sıkıntıların ve zihin yapısının bozukluğu gibi şeylerin neticesi olan rüyadır.

“Kişinin kendisi ile konuştuğu rüya”, rüya esnasında rüya sahibine tesiri baskın olan halin ve sıfatların eseridir.

Uyumadan önceki son nefeslerin, görülende güçlü bir saltanatı vardır. Eğer bu esnada kişinin batını bir şey ile meşgul olmayıp, bütünü ile hatıralardan, ilgilerden, fiillerden ve sıfatlardan kurtulmuş ise, rüya esnasında edinilen bilgi artar ve haber nefste doğru şekillenir.

Öğrenme zamanı ile haberdar olunan şeyin histe gerçekleşmesi arasında bir süre olmalıdır. Bu süre, bu emrin her bir semada beklemesi gereken orandadır. Emir, bu sürede o semanın hükmü ile boyanır ve feleğinden kendi hissesini alır. Sonra emir, kendi altındaki feleğe iner. Böylece kemali elde etmek ve uğramış olduğu şeylerin kuvvetlerini elde etmek için, son feleğe kadar iner. Çünkü her çeşit varlık ve emir, Kalem ve Levha makamından Arş'a, sonra Kürsü'ye, sonra da bütün semalara ulaştıktan sonra bu alemde ortaya çıkar.

Hadiste şöyle gelmiştir: “İlahi emir, dünya semasından ayrıldıktan sonra üç yıl havada bekler. Daha sonra, yeryüzüne iner ve kendisine ait yer ile bitişir.”

Rüyaların hükmünün zuhurunun gecikmesi, nefsin mertebesinin yüceliğine delildir. Çünkü bu, nefsin ulvi alemlerde olacak şeyleri idrak ettiğini gösterir. Öte yandan, rüyanın hükmünün ve tabir edilen şeyin hızlı meydana gelmesi, -temiz olsa bile- görenin nefsinin zayıflığına delildir. Çünkü bu nefis, yüce alemlerde gerçekleşmesi takdir olunmuş olay ve işlerin suretlerini idrak etmek için yükselme imkanı bulamamıştır; bedeni ilgilerden ve yaratılış alemine ait meşguliyetlerden soyutlandığı esnada onun yükselişi sadece yeryüzü ile birinci felek arasındaki hava olmuştur.

Mutlak misal aleminde görülen şey, ezelde Hakk'ın ilminde ebedi olarak ortaya çıkmış bilinmişliğinin (sabit hakikatinin) suretidir. Rüyanın hükmünün zuhuruyla, bilinen, hiçbir değişme ve başkalaşma olmaksızın kendi asli suretiyle histe ortaya çıkmıştır.

Muhyiddin İbn Arabi hazretlerinin bildirdiği gibi, ilim bilinene tabidir ve ilmin bilinen üzerinde bir etkisi yoktur. Üstelik bilinen, bilenin ilminin kendisine ilişmesini belirler ve kendisi ile ilgili bilgiyi (veriyi) yine kendisi verir. Bilenin ilmi ezeli ve zati (zorunlu) bir ilim ise, bilinenin kendisi hakkında bilgi vermesi de ezeli ve zatidir. Bilinenin ezeli ilahi ilimde ortaya çıkışı da böyle olur; tek bir süreçte (kurgusuz) gerçekleştiğinden ezeli ve ebedidir. Öte yandan, (perdeler dolayısıyla) bilenin ilmi -zati değil- sonradan ortaya çıkmış ve edilgen, yani kurgulanmış ise, ilmin bilinene ilişmesi de böyle, yani belirli niteliklerle kayıtlanmış olur. Ancak yine ilim, bilineni izlemektedir; bilen, bilineni hiçbir zaman yönlendirmez.