Fususul Hikem'in Sırları

İsmail

Bu fass iki sıfata ilişir ve dayanır; yükseklik/iktidar ve rıza/kabul. Bu fassın ilahi mertebeden kaynağı ise iki ilişkidir; Zati birlik ve isimsel çokluk.

Kuran'da İbrahim için şöyle denilmiştir: “Biz ona İshak'ı ve Yakub'u verdik. Zürriyetine (soyuna) nübüvvet ve kitap verdik.”(Ankebut, 27). Her peygamber bir ismin mazharıdır. İshak adeta, ilahi isimlerin sırlarının kabı gibidir. İsmail ise, Hakk'ın zatıyla ilişkisi daha tamam olan “Muhammedi kemal” sırrının kabı gibidir. Onun yükseklik ile ilişkisi de buradan gelmektedir.

Ayette geçen “kitap”, bütün şeriatları birleştiren Emr'dir. İsmail, peygamberimiz ile beraber, isimlerin özelliklerini bütün şeriatların hükümlerini birleştiren bir şeriat ile derlemekte bir olmuştur. Bu sebeple Muhyiddin İbn Arabi hz. şöyle der: "'Allah' diye isimlendirilen, zat ile bir, isimler ile bütündür." Böylelikle o, bu ismin birliğinin potansiyel olarak tüm isimlerin toplamı olduğunu belirtmiştir. Şöyle devam eder: "Var olmayan, sonradan olan alemin varlığı, yaratıcısından pek çok bağ talep etmiştir. Bunlara istersen isim de diyebilirsin. Bunlar ile alemin varlığı gerçekleşmiştir. Alem, zatın birliğinden, iki emirden var olmuştur: Birisi, ilahi iktidar -ki alem tarafından talep edilen bağların çokluğunun sahibidir. İkincisi ise varlığın kabulü üzeredir. Çünkü imkansız, yaratmayı kabul etmez. Bunun için Allah, Kuran'da "O da, olur." dedi ve yaratmayı, kabul etmesi açısından aleme atfetti." Dolayısıyla kabul, alemin bir niteliğidir.

İbrahim, kendileri ile yaratılışın suretinin kemale erdiği belirleyici sıfatları taşıdığı için, iktidar sıfatı açısından zatla özel bir ilişkisi olmuştur. İsmail ise, iktidarın gerçekleşmesinin kabul yeri olmasından dolayı alemin edilgenliğinin bir örneği olmuştur. Bunun için “O, Rabbinin katında hoşnuttur.”(Meryem, 55) denilmiştir. Çünkü onun üzerinde kudret hükümleri açığa çıkmıştır.

Kabiliyeti açısından alem, kendisine yansıyan ve onda yerleşen şeyler için bir ev gibidir. Nitekim Allah, alemin varlığı ve varlıklar ilgili şöyle demiştir: “Tur'a yemin olsun, yazılmış kitaba, yayılmış (üzerine yazılan) ince deriye ve imar edilmiş eve yemin olsun ki.”(Tur 1-4). Tur, sabit hakikati ve imkanı açısından yaratılması öncesinde alemin mertebesi iken, yazılmış kitap ve yayılmış ince deri, varlık safhasında bilinen mümkünlerdir.

Mazharlık hikmeti, Halil'in, İsmail'in yardımıyla Kabe'nin yapıcısı olmasını gerektirmiştir. Şöyle ki, insanlar için yapılmış ilk ev olan Kabe, iktidar sıfatı açısından yaratıcısından ilk yaratılışı kabul eden alemin hakikatinin benzeridir. İbrahim'in mazharı olduğu, iktidar sıfatının sureti İlk Akıldır. İktidar mahalli ise, İsmail'in mazharı olduğu, kendisinde ayrıntılı yaratılış yazgısını barındıran nefstir. Nitekim Muhyiddin İbn Arabi hz. şöyle demektedir: “İlk Akıl ancak kudret sıfatından yaratılmıştır. Bunun için, kudret sureti olan El'e bitiştirilmiş ve ‘Kalem’ diye isimlendirilmiştir.” İlk Akıl, imkan mertebesi üzerinde kurulan varlık evini ayakta tutmada şarttır. Detaylandırma ise Levha'da gerçekleşir.

“İbrahim ve İsmail evin kolonlarını yükselttiğinde…” ayeti bu alemin varlığına işarettir.

“Ey Rabbimiz, bizden kabul eyle. Sen işitensin, bilensin. Rabbimiz bizi Müslüman eyle.” Yani senden bize gelecek olan tasarruflara ya da senin aleminde bizim ile gerçekleşecek şeylere boyun eğenler eyle.

“İbrahim, “Bu evi emin kıl.” dediğinde,” Yani bu alemi yokluktan emin kıl demektedir.

“Ve beni ve oğullarımı putlara tapmaktan koru.” Yani doğal suretlerle perdelenmekten koru. Burada oğullar ve zürriyet, (kendi başına bütünü temsil etmeyen) parça nefslerdir. “Onlar”, yani doğal mizaç suretleri “insanların pek çoğunu saptırmışlardır.” Dolayısıyla onlarda ruhani sıfatlar ve insani ve hakiki özelliklerden hiçbir şey görülmez. Çünkü bunlar doğal kuvvetlerin kahrı altında silinip giderler. Nitekim Hakk, onların hayvanlar gibi, hatta onlardan daha aşağı olduklarını haber vermiştir.

“Bana tabi olanı da.” Yani temizlenmede ve bedenini idarede kemali elde etmede bana tabi olanı da. Bu kimsenin doğasının saltanatı, Allah'ın yardımı ve peygamberin tezkiyesi ile aklının hükümleri altında silinmiştir; “O bendendir.”

Ekini olmayan vadi, mutlak muhtaçlık özelliğine sahip olan oluş ve bozuluş alemidir. Çünkü onun bir kısmı, bir kısmına muhtaç olmanın yanısıra, ulvi alemin yardımına da muhtaçtır. “Rızkınız ve umduklarınız göktedir.”(Zariyat, 22) ayeti de buna işaret eder. Bu da tövbeyi gerekli kılar. Çünkü tövbe, Hakk'ın feyzinden almak için muhtaç olarak O'na dönmektir.

“Senin haram olan evinde.” Yani hakiki insanın kalbinde. Bu kalp Hakk'ı sığdırmış ve Hakk'ın zatı ve bütün isimleri için bir yerleşke haline gelmiştir.

“Rabbimiz namazı ayakta tutmak için.” Yani Sana muhtaç olarak sürekli yönelmek ve Senin de onların kıblesi olman için.

“İnsanların kalblerini onlar yönelt.” Yani, peygamberlere ve onlara denk olan kamil velilere indirilmiş ruhlara yönelt.

“Onları rızıklandır.” Burada rızık ile kastedilen ruhani tecelliler ve ledünni (Allah katından olan) ilimlerdir.

“Sen gizlediğimiz şeyi bilirsin.” Yani yaratılmamış istidatlarımızın (ezeli ilimde sabit ve belirli olan yeteneklerimizin) bizim için henüz belirlenmemiş şeylerden neyi gerektirdiğini bilirsin.

“Açıkladığımızı da bilirsin.” Yani bizim için meydana gelmiş ve fiilen ortaya çıkmış şeyi bilirsin.

“Allah'a gökte ve yeryüzünde hiçbir şey gizli kalmaz.” Bununla da zorunluluk ve imkan hükümleri arasında beliren etki ve etkilenme mertebeleri kastedilmektedir. Allah, yüksek alemin suretlerinin istidatlarını ve mensuplarını bildiği gibi, aşağı alemin istidatlarını ve mensuplarını da bilir.

“Yaşlılığımda İsmail ve İshak'ı bana bağışlayan Allah'a hamd olsun.” Burada İsmail, İlk Akıl'ın hizmetindeki ikincil akıllar ve İshak da nefstir.

Bu bölümün başında geçen ayette Yakub'un anılmasının sebebi ise, Yakub'un felek ile olan benzerliğidir. Felekte 12 burç ortaya çıktığı gibi, Yakub'un da 12 çocuğu olmuştur.

“İbrahim'in dininden ancak kendisine yazık eden yüz çevirir.” Yani nefsini ve onun şeref ve mertebesini bilmeyen kimse yüz çevirir. Çünkü bu şeref, nefste potansiyel olarak bulunmaktadır. Kemali elde etmekle de fiilen belirir. İbrahim'in dini, sıfatların hükümleri ve aşikar olan ilahi ahlaklar ile tam olarak ortaya çıkmaktır. İlk Akıl'ın dini ise açığıyla ve gizlisiyle bütün manalardır ve Hakk'ın bütün sıfatlarıdır.

“Onları tamamlamıştır.” Bundan dolayı da imam olmuştur. İlk imamlık ise İlk Akıl'a aittir. Son peygamber oluşu ile Resulullah (Salat ve Selam üzerine olsun) kendisinde sonlanan İlk Akıl dini ile İbrahim'in dinini birleştirmiştir. Böylece o, bütün ilahi ahlakların, manevi sıfatların aynası, mazharı ve hepsinin tecelli yeri olmuştur. Bunun için “Ben iyi ahlakı tamamlamak için gönderildim.” demiştir. Tamamlamak, mana ve suretleri birleştirmekle gerçekleşir. Böylece O, aşikar olan ilahi ahlakların yanısıra, kötü sıfatlar için bile kullanılış yerleri ile kemaller ortaya çıkarır ve bu sıfatlar, bu kemaller ile övülen fiiller olur. Savaşmak eyleminin kendi başına yerilirken, “cihat” adını almakla üstün bir amel oluşu gibi.

Kuşkusuz Kabe, rububiyet (rablik/efendilik) sıfatının evidir ve bu, isimlendirilenin ismin kendisinden hem farklı oluşu, hem de olmayışı sebebiyledir. “Bu evin Rabb'ine ibadet etsinler.” ayeti buna işaret eder. Çünkü Allah'ın söz konusu evle rablik yönünden bir ilişkisi varsa da, O aynı zamanda alemlerden müstağni oluşu açısından yaratıklara bağlanmaktan uzak ve yüksektir de. Kabe'nin yapıcısı Halil İbrahim'in nefsinin makamı da Rabb isminin yerleşkesi olan yedinci sema olmuştur. Nitekim bir hadiste şöyle geçer: “Yedinci (en üst) kat gök dürülüp, dürülmüş olan diğer göklerin meleklerinden daha fazla ve büyük olan melekleri indiğinde, halk onlara gelir ve sorar: “Rabb'imiz içinizde midir?” Onlar da cevap verirler: “Evet, Rabb'imizi tenzih ederiz.”” Onların böyle cevap vermesi, ismin bir açıdan isimlendirilenin kendisi, diğer bir açıdan kendisinden farklı olmasından kaynaklanır.

İnşa edilmiş ev, Hakk'ın baktığı yer ve Rabb isminin kalıbıdır. Onun iki kapısı vardır ve her gün yetmiş bin melek bir kapıdan girer, başka kapıdan çıkar. Bunlar bir daha da oraya dönmezler. Bazı özellikleri açısından onun insandaki benzeri, insanın fiziki kalbidir. Melekler onun nefesleridir. Hakiki kalbe hizmet ve fiziki kalbi rahatlatmak için girip, başka bir özellikle de çıkarlar. Kalbe girişlerinde soğuk, kalpten çıkışlarında ise sıcaktırlar ve bir daha da kalbe dönmezler.

Arş, Rahman isminin; Kürsü, Rahim isminin; yedinci gök, Rabb isminin; altıncı gök, Alim isminin; beşincisi, Kahhar isminin; dördüncüsü, Muhyi isminin; üçüncüsü, Musavvir isminin; ikincisi, Bari isminin; birincisi, Halık isminin yerleşkesidir.

Hakiki kamil insanın kalbi ise Zat'a ait “Allah” isminin yerleşkesidir. Bunun için kudsi hadiste Hakk, o kalbe, “Beni sığdırmıştır.” diye işaret etmiştir.

Ahadiyeti açısından Hakk'a hiçbir isim izafe edilemez. Kabe ise Rabb isminin mazharı olduğundan, orada hiçbir ekinin olmaması (Kabe'nin hiçbir nitelikle nitelenmemesi) şarttır. Kabe'de ilk beliren şey, ilmin mazharı olan zemzem suyudur. Onun (suyun/ilmin) ortaya çıkmasının sebebi, talep ve muhtaçlığın kemalidir. Talep ve muhtaçlık özelliğiyle vasıflanan kimse, sureti Kalem olan ilahi iktidarın nüfuz yeri (Levha) olur.

Zemzem, iktidar ve kabul özelliğiyle Kabe'de ortaya çıkmış, Hacer de Levha'dan ibaret olan kabiliyet mazharı olmuştur. Burada söz konusu olan Levha, -mutlak imkan mertebesinin kabiliyeti değil-, Kalem'in kıyamet gününe kadar olan sürede halk hakkındaki ilmi yazdığı korunmuş levhadır.

Hacer'in köle olmasındaki sır da şudur: Kalem için imkan hükümlerinden sadece birisi akledilir -ki bu da onun kendi nefsinde mümkün oluşudur. Bunun dışında, Rabb'ini takip eden yönü dolayısıyla ile zorunludur. Levha ise böyle değildir; Kalem'in mahkumudur. Şöyle ki, Hakk onu, Kalem'in tesiri için bir yer yapmıştır. Dolayısıyla hürriyet, Rabb'ine mahkum olsa bile Kalem'e; kölelik, Levh'e aittir. Bundan dolayı, Levha'nın mazharı olan Hacer'in köle olması gerekmiştir.

Resulullah'ın “Zemzem susuzluğu gidermek için değildir.” ve “Zemzem doyurur ve hastaya şifa verir.” hadislerinde iki büyük sır vardır: Zemzemin susuzluğu gidermeyişi, insanların Allah hakkındaki bilgilerinin çoğunun zanlardan ibaret olması, gerçek bilgiler olmayışlarına işaret etmektedir. Bu yüzden kudsi hadiste, “Ben, kulumun bana olan zannına göreyim, benim hakkımda dilediğini zannetsin.” (zannının karşılığını alacaktır) denilmiştir.

Zemzemin, yemek ve hastaya şifa olması ise, kader sırrına muttali olan ve Kalem'in ilme tabi oluşunu, gerçekleşmesinin de zorunluluğunu öğrenen kimse hakkındadır. Bu insan, kendisine uygun olan şeyin gerçekleşmesi ile ferahlar, gerçekleşmesi takdir edilmeyen şeyi beklemekten kurtulur, uygun olmayan şeyin gerçekleşmesinden gönlü hüzün duymaz ve ona karşı koymaz.

Nitekim, “Size yeryüzünde bir musibet isabet ettiğinde, onu önceden bir kitapta yazmışızdır.”(Hadid, 22) ayetinde buna işaret vardır. Ayrıca “Kaçırdıklarınızla üzülmemeniz ve elde ettiklerinizle sevinmemeniz için.”(Hadid, 23) ayeti de buna işaret etmektedir.

Enes b. Malik, Resulullah'a hizmet ettiği on sene süresince kendisine hiçbir zaman yaptığı bir şey için “Şunu niçin yaptın?” ya da yapmadığı bir şey için de “Şunu niçin yapmadın?” demediğini rivayet etmiştir. Resulullah sadece, “Takdir olunmuş olsa idi, gerçekleşirdi.” derdi.

“Kendi katımızdan bir rızık olarak, her şeyin ürünleri toplanıp getirilir. Onların çoğu bilmezler.”(Kasas, 57) ayetinin sırrı, ilmin bilinene tabi, yani göreli olmasıdır. Aynı şekilde, ilahi isimler de kabiliyetlerden ortaya çıkmışlardır ve eserler ancak bunlar sayesinde ve bunlar yönünden Hakk'a izafe edilirler. Çünkü ahadiyeti açısından Hakk'ı nitelemek mümkün değildir.