Dünya

İsa (Selam üzerine olsun) şöyle der: "İnsanın kalbi, malının bulunduğu yerdedir; mallarınız gökte olsun ki, kalpleriniz de gökte olsun." İnsanın ilişkisi neyle olursa, kalbi de onunla olur. Dünya karışıktır ve karışıklığa teşvik edicidir. Kalbi kesafetle meşgul kişi de Latif'e sırtını dönmüş olur. Materyalizmin kötülüğü burada aranmalıdır; yoksa çeşitli sebepler ve davranışlar ardında, uzakta değil. Bu yüzden Resulullah (Salat ve Selam üzerine olsun) şöyle demektedir: "Dünyayı sevmek her kötülüğün başıdır."

Materyalizmin gövdesini kendisiyle özdeşleşilen ideolojiler oluşturur. Bunlar sosyal, politik, kültürel ve hatta dini dahi olabilir. Bunun sonucunda insanlar her alanda farklı gruplara ayrılır. Ve bu gruplaşmalar çoğu zaman bir çeşitlilikten ibaret olmaz, taraflaşmaya doğru giderler. Bu yüzden de dünyada insanların biraraya gelip tek bir şeyi savunmaları pek mümkün olmaz. Üstelik bir de herkes karşısındakini haksız çıkarmaya çalışır. Oysaki tüm bu iddia ve hesaplaşmalar sonuçta dünyada kalacak şeylerdir. Bunlara harcanan zaman zarar ve ziyandır. Samimiyetle arkasında durulan küresel değerler ise başka; işte bunlar her ne kadar dünyada yer alsalar da, dünyaya ait değildirler.

Birleştirici olan Hakk'dır, ve dünyayla olan bağların güçlenmesi de Hakk'dan uzaklaşmaya sebep olur. Bir şey ne kadar dünyevi ise onun etki alanı o kadar daralır. Kısıtlı ve eksik bir şeye ilgi duymak ve onun arkasından gitmek ise kayıptır. Ne boyutta bir kayıp olduğu bütünden uzaklığa bağlıdır. İnsan kendini ne kadar eksik bilirse, asıl hayattan da o kadar uzak olur. Ve dünyaya ne kadar bağlıysa, kendinden de o kadar kopuktur. Dünyayı Hakk'a tercih etmek insanın en büyük aldanışıdır. Bu aldanışın sorumlusu da -dünyadan ziyade- insanın kendidir. Eğer biri aldandıysa, ya aldanmak istemiş ya da seçimlerinin sonuçlarını umursamamıştır.

Dünya, aynı bir tiyatro sahnesi gibi yenilenecek ve başka senaryolara ortam hazırlayacaktır. Bu yüzden onun sunduklarıyla ferahlamak ve bunların peşinde koşmak tuzlu su içmeye benzer; insan hiç bir zaman kanamadığı gibi yavaş yavaş da ölür. Başka bir deyişle, dünya yok olmak zorundadır ve onda kalıcılık aramak boşuna olur. O, insana geçici bir deneyim sunar -ki herkesin asıl kimliği ortaya çıkabilsin. Onun kaderi ve işlevi budur. İnsanın yolculuğu ise sonlu olmadığından devam edecektir. Manevi bir hayat yaşayabilmek için bunu anlamak kişiye yeter.

Ameller

Amel, kul tarafından ortaya koyulan iş demektir. Bu iş, iyi veya kötü, yerinde veya yerinde olmayabilir. Allah'ın yaptığı, bu amele karşılık vermektir. Ne var ki, amellerin niteliği ne olursa olsun, Allah'ın karşılığı kulun şimdiki veya gelecekteki hayrına olur.

Rahman, insanı kendi suretinde yaratmakla, ona yaratma gücü de bahşetmiştir. Nitekim insanı hayvandan farklılaştıran bir nitelik de bu üretim ve icat gücüdür. Üstelik onun bu kuvveti maddi alanda sınırlı değildir; Selamet sahibi herkesin, -gizli veya açık- her ameli yaratıcıdır.

Resulullah (Salat ve Selam üzerine olsun), "Dünya, müminin cehennemidir." demektedir. Ayrıca yine o, müminlerin cezasının dünyada peşin olarak verildiğini belirtmiştir. Öyle ki, dünyada Hakk tarafından cezalandırılan herkes, iman ile ilişkisinin sağlamlığı hızında cezalandırılır. Bu ceza verme, uyarma ve terbiye etme amacı taşır. Çünkü mümin terbiyeyi kabul edebilir yapıdadır. Yok eğer kul terbiye olmaz ve yaptığında ısrar eder ise de, bu cezalandırma öte dünyadaki cezayı engeller. Çünkü yine Resulullah, Allah'ın cezayı ancak bir kere verdiğini belirtmiştir. Kuran'da ve hadislerde de üstüste belirtildiği üzere, dünyadaki karşılık, ahirettekine göre çok daha hafiftir. Dolayısıyla cezaların peşin verilmesi, her durumda kulun yararınadır.

Herkesin, inancı oranında yaratma gücünden payı vardır. Dolayısıyla Müslümanlar'ın hayatları yapmakta olduklarına bağlı olarak sürekli yön değiştirir. Ama bu süreç vakit aldığından, onlar genellikle bunun farkında olmazlar. Bu yüzden de yaptıklarında istikrar göstermek yerine, bir öyle, bir böyle yaparlar. Ömürler yapbozla ziyan edildiğinde de kalıcı sonuçların ortaya çıkması imkansız hale gelmektedir.

Selametle -uzaktan veya yakından- hiçbir ilişkisi olmayanların amelleri ise etkisizdir. Onlar ne yaparlarsa yapsınlar, hayatları daha önce belirlenmiş seyirde devam eder. Çünkü eğer Allah onlara yaptıklarının -ki Hakk'ı inkar etmektir- karşılığını verse, yok olurlar. Hatta yine bu yüzden, bu kişilerin kıyamet günü de yaptıklarının karşılığını almaları mümkün değildir. Dolayısıyla onlar hakkında, "Kendileri için kıyamet günü ölçü tutmayacağız."(18:105) denilmektedir.

Resulullah şöyle demektedir: "Dua, müminin silahıdır." Dua, yakarış ve çağrı demektir. Öyleyse müminlerin silahı Allah'ı çağırmaktır. Çünkü "Allah müminlerin dostudur."(47:11). Bu yüzden de ahirete (öteye) taşınan, kalıcı nimetler elde etmeleri mümkün olur. Öte yandan, "Kafirlerin dostu yoktur."(47:11). Yani onlar için, daha önce kendileri için belirlenmiş olandan başka bir şey meydana gelmez. "Onlar, iyi işler yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir."(18:104). Bu çabalarıyla kendilerinin olmayanı ararlar ve bir zaman için Allah'ın izniyle bulurlarsa da elbet bir gün kaybederler. Çünkü onlar için -çabalarının karşılığı değil- sadece önceden takdir edilmiş olan vardır. Dolayısıyla yanlarında buldukları -kendilerinin değil- Allah'ın planına göre şartların gereğidir ve korunmaz: "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır; dönüş de ancak O'nadır."(24:42).

Adalet

Dünya adil değildir. Çünkü bu, dünyanın doğasına aykırıdır. Dünya -tıpkı bir anne gibi- suçlu ya da suçsuz, her çocuğuna fırsat tanır, hepsini beslemeye devam eder. Dolayısıyla, adaleti dünyada aramak sinirlerimizi bozup, huzurumuzu kaçırmaktan başka bir işe yaramaz. Ve bu esnada mazlum olmaktan çıkıp, zalim rolüne bürünmemiz de güçlü bir olasılıktır. Öyleyse temel kaide "Affetmeyi esas al!"(7:199) olmalıdır. Hem bu, temizlenebilmemize de yardımcı olur. Ne de olsa, bizim de hatalarımız vardır. Resulullah (Salat ve Selam üzerine olsun) şöyle demektedir: "Kim affederse, Allah da onu affeder." O zaman, neden affolunmayı istemeyelim?

Öte yandan, şeri hukukun gerekliliği şüphe götürmez. Bu şekilde cezalandırmanın amacı intikam almak değil, ileride meydana gelecek zararı engelleyerek toplumun huzur ve refahını sağlamaktır. Ancak suçlular cezalandırılsa da, gaspedilen haklar sahiplerine tekrar iade edilse de, dünyada adalet hiçbir zaman tam olarak insanın umduğu şekilde tahakkuk etmez. Bu beklentiden bir an önce kurtulmak insanın faydasına olur.

Allah adildir. Bu yüzden ahirette herkes hakkını eksiksiz olarak alacaktır. Nitekim şöyle denilmektedir: "Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer yaparsa onu görür."(99:7-8). Ayrıca, adaletin bir de gizli tarafı vardır ki, o da Allah'ın din gününün hükümdarı oluşunda saklıdır. Nitekim şöyle denilmektedir: "Şüphesiz o saat gelecektir. Herkes yaptığının karşılığını bulsun diye neredeyse onu gizlemekteyim."(20:15). Bu açıdan ise adalet herhangi bir zamana ertelenmez, fakat çoğunluk tarafından bilinmez olarak kalır. Örneğin, hidayete mazhar olmak -her ne kadar bağışların en büyüğü ise de-, insanların beklediği türden bir nimet değildir ve genellikle ya fark edilemez ya da ancak işaret yoluyla kendini belli eder. Ayrıca hidayeti elde edenler, çeşitli belalarla karşılaşmış, garip ve anlaşılmaz hallere girmiş, güncel toplumsal değerlerin gereksinimlerini karşılayamamışlardır. Taşıyıcıları önemsenmediğinde hidayet de toplum içindeki değerini kaybetmiştir. Dolayısıyla onu ve diğer tüm manevi bağışları gizleyen dünya ve içindekilerden başkası değildir.

Bir hadiste, iyi amellerin Müslüman olmaya sevk edeceği bildirilmektedir. Bu da adaletin sürekliliğine delildir. Karşılaştığımız adaletsizliğe sabretmek ve adil kalmaya gayret etmek için bundan büyük bir müjde olamaz.

İnsanı adaletten perdeleyen, dünyaya dönük yaşamıdır. Bu sebeple kendisine veya başkalarına yapılan manevi bağışların değerini bilemez, hayatını tatminsizlik içinde ve her şeye somurtmakla geçirir. Dünyanın çekiminden kurtulan ise Allah'ın hassas terazisi karşısında hayrete düşer, yaptıklarına ve yapacaklarına tövbe eder. Farka bakınız!

Din, kullandığımız ve kendisinden faydalandığımız her şeyin üzerimizdeki yüküdür. Temel ihtiyaçlarımızı karşılamaktan, har vurup harman savurmaya kadar, her eylemimiz bizi yükümlü kılar. Ve din günü, bu yükün tahakkuk zamanıdır. O, gelecekteki herhangi bir vakitle kayıtlı değildir, her zaman şimdidir ve hiç geçmez. İçinde bulunulan an ile ilgilidir -ki onun nasıl deneyimlendiğini bilinen hiçbir şey belirlemez, çünkü o, varoluşla ilgili değildir. Onu belirleyen yegane şey, yük ile olan ilişkidir. Acaba kişi yüklendiğine uygun mu? Çünkü asıl problem yükün kendisinde değil, onu taşıyan kişidedir; onun yetersizliğindedir. Taşıyabilen için yük ağırlık yapmadığından, din günü hoş karşılanır.

Neyi yüklendiğini ve neyi yüklenebileceğini bilmeyen insan cahildir. Cehalet de yalana götürür. Dürüst olunmadığında nefs kayırılmaya çalışılır. Bu sebeple adalet zarar gördüğünde ise gelişim durur ve fayda yitirilir. Yaşamın anlamı kalmaz. Nitekim bir hadiste "Allah Allah diyen oldukça kıyamet kopmaz." denilmektedir. Allah lafzının tekrarlanması Allah'a sığınan kişiye işaret edildiğini göstermektedir. Allah'a sığınan ise -ister istemez- Hakk'a teslim olmuş ve adalet talep etmiş olur.

Hayal ve Gerçek

"Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir."(57:20). İnsan nefsine dönük yaşadığı sürece bir hayali yaşar. Bunun en açık belirtisi de çocuklarına olan düşkünlüğüdür. Çocukları, dünyada edindiği mallar/kaynaklar/yetkiler/rütbeler ve fiillerinin eserleridir. Kendisine süslü kılınmış onca şeyin hiçbiri gerçekte ona ait değildir. Bunların kaybolmaları veya tahrip olmaları karşısında tamamen çaresizdir. Günden güne ölmekte olan bedenine sahip midir ki bunları himaye edebilsin? "Dünya hayatı tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ziraatçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur."(57:20).

Nefsine dönük yaşayan kendi dahil her şeye yabancıdır. Ne olduğunu, ne olmakta olduğunu ve ne olmak istediğini bilmez, bilemez. Bu yüzden de korku ve endişe içinde yaşar, hayvanlar gibi kolayca hırçınlaşır. Bir o yana, bir bu yana gider. Tüm bu yabanilik, mutlu ve memnun yaşamasını engelleyerek cehennemi oluşturur ve "orada ne ölür, ne de yaşar" (20:74).

Kendisinden korkulan, her zaman/mekan için yabancı olandır. Halbuki yabancı yoktur, yabancı olmak vardır. Yabancı olunduğu sürece herşey yabancı olmaya devam eder. İnsan, eleştirmeye, dedikoduya, terslemeye, münakaşaya, tuzak kurmaya ve aç gözlülüğe devam ettiği sürece de yabancıdır.

Allah, 'Hakkul Mubin', yani apaçık gerçektir. Onu perdeleyerek görünmez kılan insanın nefsidir. Hakk'a itaat etmek demek, dürüst olmak demektir. Nefs ise dürüstlüğü kabul edemez, çünkü dürüst olmak çıkarlarına ters düşer. Bu yüzden nefs, her türlü yalan, hile ve kandırmacanın kaynağıdır. İnsanın dostu, ruhunu taşıdığı Allah'dır; yoksa onu Hakk'dan uzaklaştıran nefsi değil. Nefsinin geçici memnuniyeti için Hakk'dan uzaklaşan bilmeyerek kendi özünden uzaklaşır, kendine yabancı olur.

Herkes kendi özüne yakın olduğu ölçüde Rabbine yakın, başkasına yakın olduğu ölçüde de kendine yakındır. Çünkü sevilen tek bir şeydir. Ya sevilir, ya sevilmez. Ya önemsenir, ya önemsenmez. Seven saiddir (mutlu), sevmeyen şaki (bedbaht). Çünkü seven, sevilir ve ancak sevilen sevebilir.

"Nefsini bilen Rabb'ini bilir" ve yabanilik son bulur. Çünkü nefsin özü akıldır -ki o da Hakk'dadır, Hakk'ladır. İkilikten kurtulan için dünya-ahiret bir olur. Zorluklar kolaylıklara, belalar rahmete, düşmanlar dosta dönüşür. Tüm korkular yok olur: "Şüphesiz Allah'ın dostları için korku yoktur ve onlar (kendileri için) üzülmezler de."(10:62)

'Ben'cilik

İnsanların sürekli kendisinden yakındığı bencillik, kendi başına bir sorun değildir. Onu sorun haline getiren, ilimden yoksun kalmak ve dolayısıyla benliği tanımamak olmuştur. Eğer kişi ilim sahibi olsaydı, kötü saydığı bencillik onu Hakk'a taşıyan en büyük etken olurdu. Çünkü bencilliğin kaynağı Hakk'ın kendisine olan rahmetidir -ki bu rahmet yaratmanın kaynağıdır. Hakk, bilinmeyi irade etmekle kendi isimlerine rahmet ettiğinden, bu isimleri (nitelikleri) taşıyan, Hakk'ın aynaları olan yaratıklar da dolaylı olarak rahmete kavuşmuşturlar. Öyleyse benliği yalanlamakta ve küçük görmekte bir fayda yoktur. Nitekim "Nefsinin senin üzerinde hakkı vardır." denilmektedir. Bize gereken benliği anlamak ve Allah'ın izniyle yerine yerleştirmektir.

Eğer dikkat edilirse, bencillikten yakınılması onun arzulandığına şahitlik etmektedir. Öyle ya, herkes sanki kendi bencilliğini saklamasına ve geri tutmasına karşılık beklemektedir. İnsanlar bencil olarak anılmamak için bu gerçeği ne başkalarına, ne de kendilerine karşı dile getirebilirler. İçlerinde duydukları hızla büyüyen baskıyı öfke ya da kınama yoluyla açığa vururlar. Bu ise ikiyüzlülüktür.

İnsan tarif edilen şekilde davranmakla nefsine karşı zalim olur. Nefsine karşı zalim olan ise şüphesiz nefsinin hakkını yerine getirmemiştir. Bu da 'ben'cil olmamaktır. Çünkü böyle davranmakla insan ne terbiye olup, güzel ahlak sahibi olmayı kabul eder, ne de bencilliğini açıkça dışarı vurup istediğini elde edebilir. Tam tersine, kendisine verilebilecek en büyük zararı vermekte ve buna karşılık çektiği acıları da gerekli bulmaktadır. Üstelik bir de iyi bir iş yapmış gibi bununla övünmekte ve buradan kendine büyüklük çıkarmaktadır. Halbuki onu tepki gösterdiği kişiden ayıran tek fark, kendi bencilliğinin ancak bugün için örtülmüş olmasıdır ki, o da zaten gösterdiği tepkiyle önemini yitirmiştir. Dolayısıyla bu büyük bir aldanma ve tam bir iflastır. Bu durumda nasıl 'ben'cilik sayılabilir?

Negatif bencillik, derin bir boşvermişliktir. Bu durumdaki kişi, çeşitli ve çok yönlü istekleri altında ezilmiş olduğundan kendi ihtiyaçlarını dahi karşılayamaz. Aklı, hevesleri içinde boğulmuştur. Bu sebeple de her şeye yüzeysel yaklaşır ve bir şeyler öğrenmek için değil, bir şeylerden 'kurtulmak' ve bir şeylerin 'üstesinden gelmek' için yaşar. Bu da, gerçek sermaye olan insan ömrünün ziyan edilmesidir. Çünkü böyle yapanın işi daha da çoğalır ve sıkıntısı her geçen gün artar. "Derdi dünya olanın, dünya kadar derdi olur." hadisi bu duruma işaret eder. Nitekim başka bir hadiste ise şöyle denilmektedir: "Allah'a tam tevekkül etseydiniz, kuşların rızkını verdiği gibi size de gönderirdi. Kuşlar sabahleyin mideleri boş ve aç gider, akşam mideleri doymuş olarak dönerler." Çünkü her şey ancak Hakk'ın yaratmasıyla var olur. Dolayısıyla asılda aşılacak bir zorluk, üstesinden gelinecek bir iş yoktur. Ancak hatırlanacak bir gerçek vardır ve o hatırlanmadığı sürece insan kayıptadır. O da şudur: "Şüphesiz biz Allah'a aidiz ve O'na döneceğiz."(2:156)

Öte yandan, insan bencilliğini gizlemek yerine onunla yüzleşmeyi tercih ederse, bu, büyük cihat olan nefsle mücadeledir. Nefsle mücadele ise 'ben'ciliğin ta kendisidir, çünkü hayat boyu sürekli devam eden 'mücadele'ye son vermenin tek yoludur. Kişi bilindik anlamda bencil olup, hayatla mücadele etmeye devam etmekle hiçbir şey elde edemez. Halbuki nefsle mücadele etmek insanı güzel ahlak sahibi yapar, Hakk'a yaklaştırır ve sonunda da 'mücadele'yi bitirir. Çünkü 'mücadele', Hakk'tan perdelenmenin, yani öznel/göreli olarak O'ndan uzak olmanın yarattığı bir sonuçtan başka bir şey değildir. İnsanın Allah'dan başka hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Allah ise yakındır: "Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve Bana inansınlar. Umulur ki irşad olurlar."(2:186)

Ayette geçen "Benim çağrıma cevap versinler ve Bana inansınlar.", 'ben'ciliğin anahtarıdır. Çünkü Allah dua edenin çağrısına karşılık vereceğini garanti etmiştir. Duaya alınan karşılık ise Allah'a itaatin derecesine paraleldir ve bunda bir aksama ya da değişme olmaz. "Sadece yaptıklarınızın karşılığını alırsınız." ve "Bu, daha önce gönderdiğinizdir." denilmesinin sebebi budur. Dolayısıyla tüm dualara icabet edilmekle beraber, bunların gerçekleşme oranları farklı farklıdır. Dualar çok sefer tekrarlanmakla, çok aşamalı olarak gerçekleşebilecekleri gibi, tek seferde ve anında da gerçekleşebilirler. Nitekim bir gün sahabe kuraklıktan yakınıp Resulullah'a başvurduğunda Resulullah dua etmiş ve o daha ellerini yere indirir indirmez gökten sağanak boşanmıştır. Bundan sonra da yağmurun dinmesi için dua etmesini istediklerinde Resulullah gülümsemiş, tekrar dua etmiş ve duası yine anında gerçekleşmiştir. Resulullah ile duasının kabul edilmediğini düşünen kişi arasındaki fark, onun inancının tamlığı ve Allah ile olan samimiyetidir. Zaten Allah bu konuda garanti vermişken, insan nasıl duasının kabul edilmediğinden yakınabilir ki?

Öyleyse çözüm O'na dönmekte ve O'ndan istemektedir. Diğer türlü Allah ile kişinin arasına soğukluk girer ve kişi ihtiyaçlarını elde edemez. Dünyevi sebeplere/araçlara dayanmaya ve yaşamını dünyevi beklentiler üzerine kurmaya başlar. Halbuki onu yaratan, onun ihtiyaçlarını kendisinden de iyi bilmektedir ve bunları karşılamak O'nun için hiç de zor değildir: "İnsan düşünmez mi ki, daha önce o hiçbir şey olmadığı halde biz kendisini yaratmışızdır?"(19:67)

İnsan ancak Allah'a dayanmakla bir şeyler elde edebilir. Diğer türlü hem çok uğraşır, hem de eğer bir şey edinebilirse -ki onu da ancak Allah'ın rahmetiyle elde eder- edindikleri kalıcı olmaz. Bu yüzden de nasıl gerçekten 'ben'cil olunacağı, birazcık düşünen kişi için apaçıktır. Nefsin hakkı budur; yani 'ben'cil olunması ve 'ben'e hizmet edilmesi. Böyle olduğunda bencillik fayda verir. Çünkü 'sen'den önce 'ben' gelir. Dolayısıyla başkasına hizmet eden ancak 'ben'e hizmet ettiği ölçüde bunu gerçekleştirebilir. 'Ben'e hizmet etmeyenin ise kendine dahi merhameti bulunmaz, çünkü takip ettiği arzular onu kendilerinin kölesi haline getirirler. Kişi bir şeyler elde ettiğini düşünerek motive olur, ancak asılda bir şey elde etmiyordur. Çünkü gerçekten elde edilen bir şeyin kalıcı olması gerekir. Ve çünkü, önemli olan 'şimdi'nin nasıl yaşandığıdır; zamanın nasıl ve neyle geçirildiği değil. Bunlardan ilki hayattır, ikincisi ise sadece kronolojik bir süreç, tarih. Biri yaşamaktır, diğeri bitmek bilmeyen bir yaşam mücadelesi.

Nefsle mücadele etmeden 'ben'e hizmet etmek mümkün değildir. Nefsin doymak bilmez doğası, sürekli yeni arzular doğurur ve bunlar içinde boğulmak sadece insanın hüznünü arttırmaya yarar. Dünyevi zevkler ulaşana kadardır; ulaşıldıkları anda hızla tükenirler. Ruhani zevkler ise böyle değildir; onlar insana kalıcı zevkler sunarlar. Dünyevi zevklerden uzaklaşmadan da ruhani olanları elde etmek mümkün değildir. Bu yüzden insanların çoğu aldanmış ve gerçekten çok aza razı olmuşlardır. Allah ise onlar için buna razı olmaz ve tövbeleri (dönmeleri) için onlara sıkıntılar verir. Çünkü Allah'ın her işi kullarının iyiliğinedir. Bu yüzden insan hayatı inişli çıkışlı geçer. Ne yazık ki çoğu insan bunun üzerine pek düşünmez ve yaşanan sıkıntılar onlar için sadece 'bela' olarak kalır. Öte yandan, "iyi davranışlar içinde kendini bütünüyle Allah'a veren kimse, gerçekten en sağlam kulpa yapışmıştır. Zaten bütün işlerin sonu Allah'a varır."(31:22).

Problem

Dünyevi problemler, bir şeyle meşgulken başka bir şeyi yapmayı istemekten kaynaklanır. Uhrevi problemler ise bir şeyle meşgulken kalbin Hakk ile olmamasından kaynaklanır. İkisinin de çözümü Hakk'ı görmektir. Hakk'ı görmek de elçinin ışığıyla mümkün olur -ki o, herhangi bir kitapta değil, elçinin kendisindedir. Nasibi olan onu ondan alır.

Kendi başına, el yordamıyla yolu bulmaya çalışan ise eninde sonunda çıkmaz sokağa girer. Bu şekilde belirli bir yakınlığa erişmiş olabilirse de, bundan sonra yol yoktur. Dolayısıyla bu noktada kalmak zorundadır. Ya da yapabilirse, geri dönecek ve sıkıştığı yerden çıkacaktır. Her ne kadar bu başta uzaklaşmak gibi görünse de, aslında yakınlaşmaktır. Çünkü böyle bir durumda ilerlemenin tek yoludur.

Allah'a dost olmuş her kim varsa, kendi bildiklerini terk etmek zorunda kalmıştır. Daha önce rivayetlere, akli verilere, zamanında tanınmış ve saygı gören kişilerin sözlerine uyarken, bir zaman sonra doğrudan Resulullah'a biat etmiş ve onun arkasında sıralanmıştır. Doğal olarak, bunun için önce Resulullah'ı bulmak gerekir -ki nefsine dönük yaşayanın Resulullah'ı bulması mümkün olmaz.

Resulullah yüzünü nereye çevirdiyse, oraya yönelmek gerekir. Aksi takdirde diğer herkes gibi taklit ve zan üzere bir yaşam sürülür. Bu yüzden de etraf kötü görülür, birçok şeyden şikayet edilir. Çünkü karanlıkta kalmış biri Hakk'ı göremez. Hakk'ı göremeyen, O'nun sanatından ve ustalığından habersiz kalır. Kendine sorunlar ve düşmanlar üretir. Problem ise kendindendir, kendindedir.

Zihinsel Acılar

İmandan yoksun olanları, Tanrı'yı veya Tanrı'nın iyi niyetini sorgulamaya iten genellikle dünyadaki yaşamları boyunca tanık oldukları eşitsizlikler olmaktadır. Halbuki bunun haklı bir nedeni vardır; insanlar eşit değillerdir. Nitekim ayette şöyle denilmektedir: "Sizden her biriniz için bir yol/yöntem belirledik. Eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet kılardı; ancak bu, verdikleriyle sizi denemesi içindir. Artık hayırlarda yarışınız. Tümünüzün dönüşü Allah'adır. Hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir."(5:48). İsrailoğullarının on iki kola ayrılması ve hepsinin ayrı bir pınardan içmesi de yine buna örnektir. Herkesin yapısı farklı olduğuna göre ihtiyaç duyulanlar da değişiklik gösterecektir.

Hayatın her alanında çeşitliliği kabul etmemiz gerekiyor. Herhangi bir konuda başkasının farklılığını dikkate almayan ve onu da zorla kendine katmak isteyen, ona zarar vermenin yanısıra onun yaradılış hikmetini yalanlamakla da Hakk'a karşı saygısızlık etmiş olur. Herkesi tatmin eden ve herkesin ihtiyacını karşılayacak bir yol bulmamız genellikle mümkün değildir. Dolayısıyla herkesi tek bir yerde toplamaya çalışmak her ne kadar güzel bir fikir gibi görünse de, tecrübe bunun tersini kanıtlar. Bunun için uğraşan insan gereksiz yere yorulur, sıkıntı çeker ve hayalkırıklığına uğrar. Herkesin selametini arzularken kendi selametinden olur.

Bulunduğu her yerde birliği aramak, müminin bir özelliğidir, çünkü o tevhid ehlidir. Ancak madde alemi ayrışmayı zorunlu kılar ve bunu yoksayamayız. Öyleyse aramamız gereken, kalplerin birliğidir. Birbirimize gereken serbestliği sağladığımızda, fiziken birarada olmasak da birbirimize daha yakın olduğumuzu farkederiz. Çünkü birlik, sevgiden ibaret değildir; saygıyı da gerektirir. Gerçekten seven, saygılı olur ve haddini bilir.

Anlayışımıza ters gelen bir şeyle karşılaştığımızda, eğer yeterince esnek olamaz ve durumu kabullenemezsek, zihinsel acı meydana gelecektir. Çünkü benlikler -hayır veya şer- hep kendi istedikleri olsun isterler. Sınırları zorlayan ise ne yaparsa yapsın, takdir edilmiş bir şeyi değiştiremez. Buna nasıl güç yetirsin?

Hazırda olmayanı aramak ve gerçekleşmiş bir şeyi sorgulamak sadece zarar getirir. Bu sebeple yaralanmamak için kayıp gitmeyi öğrenmemiz gerekir. Bunu öğrenmek ise benlikten sıyrılmakla olur. Çünkü varoluşa aykırı irade, kulluk sınırının aşılması demektir ve insanın yaratılış amacıyla çelişir.

Hiç Allah dilemeden bir şeyin meydana gelmesi mümkün olabilir mi? Öyleyse anlaşılması gereken, başımıza gelen her şeyi kendi durumumuzun gerektirdiğidir. Yoksa zaten başımıza gelmezdi. Çünkü her iş, ilahi ilmin belirlediği plana göre gerçekleşmektedir. Kulların olayları gözlemi ise oldukça kısıtlı ve dardır.

Peki acıdan kurtulmak, her şeye evet denilmesini ve tüm değerlerden taviz verilmesini mi gerektiriyor? Hayır, yalnızca içinde bulunduğumuz durumun bir zorunluluk olduğunu idrak etmeliyiz. Karşımızdakinin bir insan olması halinde dahi, kendisine has bir dünya görüşüne sahip olacağı, duygu ve düşünce dünyasının bizden çok farklı olabileceğini bilmemiz gerekiyor. Bu sağlandığında, -haklı veya haksız- herkesin özürlü olduğunu görebiliriz, çünkü hepsi de kendi bildiğine göre hareket etmiştir. Yargılamaya başladığımızda ise herkesi suçlu bulmamız olasıdır, çünkü herkes eksiktir ve aranan olmaktan uzaktır.

Dünyadan beklenti içinde olmak hayal kırıklığı getirir. Çünkü şartları oldukça kısıtlı ve yolları da oldukça tehlikelidir. O olursa, bu olmaz; bu olursa şu olmaz. Ve bazen de hiçbiri olmaz. Yine de nedense bir türlü ona karşı olan ilgimizi ve ümidimizi kaybetmeyiz. Problemimiz de budur ya; hiç vazgeçmeden dünyaya bir şekilde tutunmaya çalışmak. Öyle ki, bir yerde/şekilde olmayınca, şansımızı başka yerde/şekilde ararız. Bu sırada o da bize defalarca ihanet eder. İşte dünyayı tanımak veya tanımamak budur. Onu tanıyan kendisini sevemez ve ondan uzaklaşır.

Her zaman hatırlamalıyız ki, kendimize verebileceğimiz en güzel hediye, -dünya içindeki bir şey değil- yine kendimiziz. Bize verilen vakti ve fırsatları kendimizi sevmek için kullanmalıyız. Kendini seven ise düşmanından uzaklaşır; onun peşinde koşmaz. Cahiller maddi bolluğu hayır bildiklerinden, kendisine mal bağışlanan kişiyi de şanslı olarak görürler. Ne var ki, rahat ve sıkıntısız bir yaşamın, yüksek hayat standartlarının ve sosyal hiyerarşide tepede bulunmanın sebebi kişilerin Allah katında daha değerli oluşu değildir. Ve bu sayılanlar kesinlikle kendi başlarına hayır olamazlar. Hatta Karun kıssasından da bildiğimiz gibi, genelde durum bunun tam tersidir. Nitekim Hz.Musa, Rabb'ine şöyle seslenmiştir: "Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun'a ve onun ileri gelenlerine, dünya hayatında nice zinet ve mallar verdin. Ey Rabbimiz, yolundan saptırsınlar diye mi?"(10:88). Yoldan sapanlar ve saptıranlar ise rahmetten kovulurlar. Bu yüzden Hz.Musa merhametinden dolayı duasına şöyle devam etmiştir: "Ey Rabb'imiz, sen onların mallarını silip süpür ve kalplerine darlık ver, çünkü onlar elem dolu azabı görünceye kadar inanmazlar."(10:88). Öyleyse hayır, ancak Hakk'a yaklaşmaya vesile olan bir şey olabilir.

Dünya ehli de, ahiret ehli de bir birikim peşinde olduklarından önlerindekini göremezler. Her işlerini kalıplaşmış değer yargılarıyla taklit üzere yapmaya o kadar alışmışlardır ki, Hakk'ın kendisiyle dahi tartışırlar da farkında olmazlar. Ama bakmıyorlar ki gerçeği görsünler! Evrende Hakk'ın iradesi yürümekte olduğundan sürtüşme de -dünya ve içindekilerle değil- Hakk ile olmaktadır. Başkası denilen her şey kendi rolünü oynamakla üzerine düşen görevi yerine getirmektedir. Buna göre insanın kavgası -başkasıyla değil- kendiyledir; kendiyle tamamen barışık olanın sorunu da olmaz.

Herkese olgunlaşması için fırsat verilmektedir, hepsi bu. Bunu anlayamayan insan, "Neden ona şöyle oldu da, bana böyle oldu?" demekten kendini alamaz. Çünkü onun zihni davranış-ceza/ödül arasında neden-sonuç ilişkileri kurmanın ötesine gidemez. Halbuki ödül ve ceza hiçbir şeydir, amaçlanan olgunluktur. İnsanlar çeşitli olduğuna göre, herkesin olgunluğa ulaşmasının yolu da farklıdır. Bu konuda temel kaide ise teslimiyettir; -ona, buna, yazıya, söze değil- Hakk'a.

Aidiyet ehli "Hangisi benim?" anlayışıyla hareket eder. Bu, nefslerine kulluk eden cahillerin sorusudur. Onlar ilahi iradeden habersiz bir biçimde imkan havuzunda yüzerler. Halbuki her şey Allah'ındır; kullar ancak O'nun mülkünde tasarruf edebilirler. Herkesin sorgulanacak oluşunun sebebi de bu değil midir?

Acıdan kurtulmanın yolu hiçbir şeyi sahiplenmemektir. Böylece korunması veya kontrol edilmesi gereken(!) bir şey de kalmaz. İşte bilginin faydası budur. Allah ehli, her işinde ilahi takdire göre hareket eder. Onlar, dünyada sadece birer yolcudurlar. Hiçbir şeyleri yoktur ki, yaşadıkları ve yaşayacakları kendilerini tehdit etsin. Hadiste onlara işaret edilerek "Ne mutlu o gariplere!" denilmektedir. Garip, yabancı demektir. Dünya hayatına iltifat etmedikleri ve dünyaya yabancı olduklarından bu ismi almışlardır. Nitekim gariplerin önderi Resulullah (Salat ve Selam üzerine olsun) şöyle demektedir: "Ben kim, dünya kim. Dünya ile benim misalim, bir ağacın altında gölgelenip sonra terkedip giden yolcunun misali gibidir." İşte gerçek özgürlük budur.

Öte yandan, içinde bulunduğu durumu sahiplenen ve dolayısıyla olanı kabullenemeyen insan ise kendine birçok düşman yaratmakla meşgul olur. Şeytan dahi onlardan biridir. Öyle ya, insan zalimliğe yönelmese şeytanın onunla ne işi olabilir? Ne yazık ki bu böyledir. Çekilen acı da genellikle Hakk'dan uzaklığa işaret eder. Çünkü uzaklık acıdır.

Teklik ve Çokluk

Bir şey, her şeye açılır/götürür/eriştirir; ama her şey, herhangi bir şeye açılmaz/götürmez/eriştirmez. Çünkü 'her' ifadesi, çokluğun, o da yetersizliğin işaretidir. Bu yüzden tanrının birlenmesi emredildi.

Yetersizlik olmasaydı, 'toplanma' isteği de olmazdı. Demek ki, her çokluk eksiktir ve muhtaçtır. Onları bir araya getiren sebep ise birlik arzusudur. Öyleyse, kendini birleyemeyen, eksikliğini ve ihtiyacını gidermek için toplanmaya ihtiyaç duydu. Ancak bu da yeterli olmaz, çünkü içeride (kendini) birleyemeyenlerin dışarıda (insanlar arasında) da birliğe ulaşması mümkün değildir. Hatta genelde tam tersi olur; onlar -toplanmaz- daha çok dağılırlar. Eğer bir topluluk gerçek anlamda 'toplan'abilirse; bu birbirlerinde kendilerini görmelerinden kaynaklanır. Bu da ancak müminlere nasip olur. Çünkü ancak müminler, birbirleri üzerindeki tasarrufa/etkilere tam razı olabilirler. Bunu sağlayan da Allah üzerinde karar kılmış ve tam kaynaşmış olmalarıdır.

Allah'ın elçisi (Salat ve Selam üzerine olsun) mümin günah işlediğinde imanın kendisinden uzaklaştığını ve tövbe ettiğinde (Hakk'a döndüğünde) tekrar kendisiyle birleştiğini bildirdi. Bu yüzden Allah, "Ey müminler iman edin!"(4:136) diye emretti -ki bu çokluktan imana, yani aralarındaki birleştirici unsura dönmelerine dair bir emirdir. Dolayısıyla müminler için de yine ancak imanla nitelendikleri sırada birlikten söz edilebilir. Bu esnada onlar eksik ve muhtaç değildirler. Bu yüzden arzular ve korkular üzerlerine yapışamaz/tutunamaz -ki canlarını ve mallarını hiç düşünmeksizin feda etmeleri bunun kanıtıdır. "Allah müminlerin can ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır."(9:111) Yani cenneti deneyimlemeleri için Kendisinde toplamıştır.

Ruhani Acılar

Bilen açı çekmez. Ruhani acılar da, zihinsel acılar gibi içinde bulunulan duruma ektir. Ancak onlardan farklı olarak, bunların meydana gelmesinde kulun bilinçli iradesi söz sahibi değildir. Çünkü zihinsel acılar, olanı sahiplenmekten ve sorgulamaktan kaynaklanır.

Hayvanların acısına korku sebep olur. Yaşamlarını doğrudan tehdit eden avcılar, besin sıkıntıları ve uygun olmayan ortam şartları... Tüm bunlar sürekli tetikte beklemeyi gerekli kılar. Ama hayvanlık da budur. Yani hayvanlıkla bu amaçlanır. Nitekim, hayvan 'canlı' anlamına gelir ve canlılığın belirtisi de etki-tepki yasasının en iyi biçimde faaliyete geçirilmesidir. Acı olmadığında ise heyecan olmaz, heyecan olmadığında da hareket meydana gelmez.

İnsanlar da kendilerini güvende hissetmedikleri sürece acı çekeceklerdir, çünkü onlar da hayvani ruh sahibidirler. Ancak insani yaşam standartlarının yüksekliğini göz önünde bulundurduğumuzda insanın şimdikinden daha az korkuyor olması gerekmez mi? Ne de olsa onun korkmasını gerektiren fiziksel koşullar çok daha sayılıdır.

İnsanların acıları güvende olmamaktan ziyade güvende hissedememekten ileri gelir. Hayvan, duyu organlarıyla algılayamadığı bir şeyin üzerinde duramaz. İnsan ise görünürde olmayan şeyleri idrak edip, bunlar üzerine düşünebilme yetisine sahiptir. Bu şekilde olmadık düşmanlar ve/veya problemler yaratmanın kapısı da ona açılmış olur. Dolayısıyla onun acı ve korkusu daha derindir; o, korkmaktan korkar, acı çekebileceğini düşünerek acı çeker.

Yeryüzüne sığan yalnızca insanın cismani yönüdür. İnsanın manevi yönü ise yeryüzünden çok daha geniştir. Nitekim bir kudsi hadiste, "Ben yerlere ve göklere sığmadım, ancak mümin kulumun kalbine sığdım." denilmektedir. Hayvanda bulunmayan insani ruh, Hakk'a ait olduğundan sonsuzluğun peşindedir. Dünya ise oldukça dardır ve insanı sığdıramaz. Ruhani acılar da bu hapsolunmuşluğun bir sonucu olarak gelişirler. Nitekim Resulullah (Salat ve Selam üzerine olsun), Bilal'den ezan okumasını isteyerek "Kalk, bizi namaz­la rahatlat." demektedir. Çünkü dünyayla ilgilenmek insanı ruhani olarak yorar. Dolayısıyla insanı rahatlatan namaz da ancak içine dünyanın giremediği olur: "Namazlarından gaflette olarak (adet yerini bulsun diye) namaz kılanların vay haline!"(107:4-5).

Sonradan olanlarla (yaratıklar) ilgilenmek, kişiyi mutlak hayır olan Yaratıcı'dan uzaklaştırır. Böylece gerçek, temiz, iyi ve güzel yitirilir. Bunlarsa ruh için önem taşıyan biricik şeylerdir. Ruh bilir ki, bunlar olmadan yaşamın anlamı yoktur, hatta yaşamak mümkün değildir. İşte bu yüzden feryat eder. Kimi onun yakarışını duyar, kimi duymaz. Duyanlar ararlar. Belki doğru, belki yanlış yerde...

Elçinin getirdiği ışıktan faydalanamayanlar, sonsuzluğu dünyada aramaya ısrarla devam ederler. Ruhlarının acısını dünya ile beslenmekle dindirebileceklerini düşündüklerinden ava çıkarlar. Evet ava çıkarlar, çünkü birçok kişi hayvani mertebeyle olan bağını henüz koparamadığından şehvet ve gazabın esiri olur, mal ve makam peşinde koşar ve bunlar uğruna kendine düşmanlar edinir. Nitekim ayette şöyle denilmektedir: "Yoksa onların büyük kısmının, işittiğini veya akıl ettiğini mi sanıyorsun? Onlar sadece hayvanlar gibi, hatta yolca daha da sapıklardır."(25:44). Yolca hayvanlardan da sapıklardır, çünkü tek bir avla yetinmezler. Arzusu yerine gelmeyen kişinin hemen nasıl da vahşileşebildiğini hatırlarsak bunun oldukça doğru olduğunu görürüz.

Dünya ile oyalanmak, sadece ruhun acısını bastırmaya yarar. Ancak bu şekilde bastırılan sadece acı değil, aynı zamanda insanın manevi yönüdür. Üst üste böyle yapıldığında kalp katılaşır ve duyarlılığını yitirir. Bu da, görünürde daha az acı çekilmesini sağlasa da, insanın hepten yaralı dolaşması anlamına gelir. Bu yaralı olma hali insanı sürekli kendisine acır hale getirdiğinden, kişinin etrafta olup biteni dinlemeye ve anlamaya tahammülü kalmaz. Artık o sadece rahatsız edilmemek ve kendince önemli işleri için yaşar. Tabii buna ne kadar yaşamak denebilirse: "Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine, insanlar arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklar içinde sıkışmış kalmış kimsenin durumu gibi olur mu?"(6:122).

Mutluluk

Salt fiziksel olanları saymazsak, her türlü acının kaynağı nankörlüktür. Acının şiddeti de nankörlüğün derecesine bağlı olarak artar. Nankörlüğün derecesi ise kişiye özgüdür, çünkü herkes için Rabbi katında ulaşması takdir edilmiş bir yer vardır.

İnsanın mutlak anlamda çevresine zarar vermemesi, ancak bizzat kendisinin acı çekmemesiyle mümkündür. Bu da, başkasına yardım etmek isteyenin önce kendisine yardım etmesini gerektirmektedir. Kendine yardım etmek ise kendini bilmek ve kabul etmekten ibarettir; yoksa kendine acımak değil. Kendine acıyana kimse acımaz, çünkü o, ne kendine, ne de başkasına insaf etmiştir.

Kendini bilmeyen her insan, bu dünyada bulunduğu müddetçe sürekli bir şeylerin peşinde koşar. Ve bu şeylere ulaşıp ulaşamamasına göre kendini başarılı veya başarısız sayar. Her zaman her istediğine ulaşamayacağına göre başarısız olması ve kendi yarattığı acıyla başbaşa kalması da kaçınılmazdır.

Öte yandan, kendini bilen için kazanmak ve kaybetmek anlamsızdır. Çünkü o, olana zaten razıdır. Bunun sebebi de onun için peşinde koşulacak herhangi bir şeyin kalmamış olmamasıdır. Her ne kadar bir tarafta bedenin ihtiyaçları ve nefsin tercihleri olsa da, diğer tarafta "Muhakkak ki Allah zerre kadar zulmetmez vardır."(4:40). İşte, Hakk'a güven ne zaman insanın kendi bilgi, görüş ve farkındalığının yerini alırsa, kişi o vakitte huzur bulur ve tatmin olur.

Mutluluğu kendinde bulamayan hiçbir yerde bulamayacağını bilmelidir. Bir şeylerle mutlu olmak, var olan acıyı ve huzursuzluğu beslemekten başka bir işe yaramaz. Bir şeyler adına mutlu olunabilir, ama onlardan dolayı olunamaz. İnsan ancak kendini kandırır ve inandırır.

Hayat

Bizler için hayat, hayvani ve insani olmak üzere iki çeşittir. Dünya üzerinde insan olarak bulunmak için iki hayata da gerek duyarız. Hayvani hayat, fiziki açıdan canlılığın kaynağı olan ve ölümle birlikte yitirilen, herkesin bildiği hayattır. İnsani hayat ise ruhani yaşamla alakalıdır -ki o bedenden bağımsız ve ebedidir. Manevi diriliğimizi ayakta tutan odur. Nitekim şöyle denilmektedir: "Sen kabirdekilere duyuramazsın."(35:22). Çünkü insani hayatın yokluğunda, kişi cisim kabrinde bulunan bir ölüdür.

İnsani hayat -ki insan olmanın şerefidir-, yalnızca hayvani hayat ile diri olanların bilgisinin ve anlayışının ötesindedir. Çünkü onlar, sanki öldükten sonra bir faydası olacakmış gibi, madde üzerine kurulu kaba hayatlarını çeşitli şeylerle doldurmakla meşgul olurlar. Hepsi de ölüm korkusuyla kendi gerçeklerine sımsıkı tutunmaktalar. Şu anlayışla hareket ederler: "Hayat, bundan başkası değildir."(6:29). Ahirete inansalar dahi, dünya için ve dünyaya çakılı biçimde yaşarlar -ki bu da iman nurunun yokluğuna işarettir. Çünkü bu nur olmadan kişi hayvandan farksızdır. Yani gelişmişliği, yine hayvani açıdandır; tıpkı bir maymunun diğer hayvanlara üstünlüğü gibi.

Ölüm korkusu, hayvani hayatın baskınlığına işarettir. Çünkü ölüm, -insan için değil- hayvan içindir. İnsan ölümlü değildir. Dolayısıyla hayvanlık insanlığa ne kadar baskın gelirse ölüm de o kadar şiddetli ve ızdıraplı olur.

Hayat, ölümden, yani ölüm aşıldıktan sonra başlar. Nitekim mümin için "ölüyken dirilttiğimiz"(6:122) denilmektedir. Bu insanlığa doğru ilk adımdır. Mümin, bu diriliş ile insanların şüphede olduğu birçok şeyden emin olur, rahatlar ve haline şükreder. İkinci diriliş ise öldükten sonradır. Cennete kir giremeyeceğinden, oraya giren kişinin de temiz olması gerekir. Dolayısıyla, -başkası değil- Allah katında makbul bir mümin, ölümünden sonra iyice temizlenecek ve cennete koyulacaktır.

Öte yandan, cennete girmek için bedenin ölmesini beklemenin anlamı yoktur. O, temizlenenler için buradadır. Nitekim Resulullah (Salat ve Selam üzerine olsun) şöyle demektedir: "Ölmeden önce ölünüz!". Kastedilen benlikten uzaklaşmak ve Hakk'a teslim olmaktır -ki o da bir tür ölümdür, hatta ölümün en şiddetlisidir. Çünkü o, -bir anlık değil- sürekli ve tam bir ölümdür. Dolayısıyla onunla gelen diriliş de sürekli ve tamdır.

Ne yazık ki dünya, kelebek olmaktan kaçan tırtıllarla dolu. Benlikten uzaklaşmak, sanıldığı gibi bizi karaktersiz ve zayıf yapmaz. Tam aksine, ruhlarımızı özgür kılarak taklitten arınmamızı ve sadece kendimiz olmamızı sağlar. Bundan sonra eğer haddimizi biliyor, edepli davranıyor, haramlardan sakınıyor ve helallere yöneliyorsak, bu -taklitten veya 'böyle yapmamız gerektiği için' değil- ortak arzumuz böyle olduğu içindir. En başta bizi bunlara muhalif hale getiren de zaten dünyada edindiğimiz bozuk düşünce ve hayallerdi. Bunlardan temizlenmekle bize neyin yakıştığını ve neyin yakışmadığını farkederiz. Ve en önemlisi: Yaşarız!

Sorular

Konuşan var da, acaba duyan var mı?

Duyma veya duymama kafir ile Müslüman'ı ayırır. Duymanın derecesi de Müslümanları kendi içinde ayırır.

Duyan var da, acaba tutan var mı?

Sözü tutmak, İslam ile şereflenildiğini gösterir.

Tutan var da acaba anlayan var mı?

Anlayış müminlere özgüdür, çünkü o, -yalnızca şekilde değil- manada da birliğin sağlanmasıyla ortaya çıkar. Kendisine anlayış eşlik etmeyen emri tutma ise -nesnel değil- özneldir.

Anlayan var da, acaba düşünen var mı?

Derin düşünce, muttakilerin özelliğidir. Onlar için dünya bir kıymet taşımaz.

Düşünen var da, acaba yaşayan var mı?

Düşünce zihinde gerçekleştiğinden bazen hayattan kopuk olabilir. Düşündüğü gibi yaşayan ve yaşadığı gibi düşünen kişi muttakilerin imamıdır. Onun dünyayla alıp-vereceği kalmamıştır.

Yaşayan var da, acaba ölen var mı?

Doğru yaşamak her ne kadar önemli olsa da, hayatta en kıymetli şey Allah'ın zikri, yani hatırlanmasıdır. Allah'ı en çok hatırlayan ise her an O'nunla olandır. Bu durumdaki kişi insanlar nezdinde ölüdür.

Ölen var da, acaba yeniden doğan var mı?

Ölüm Hakk'a yakınlığı getirir, ancak bu durumda da dünya hayatı ile amaçlanan yitirilmiştir. Bu yüzden Hakk'ı hatırlarken yaratıklara dönmek gerekir.

Arayan bilir: Aranan O’dur.

Arayan bulur: Arayan O’dur.