Fususul Hikem'in Sırları

Hud

Vahdetin üç mertebesi vardır ve her mertebenin kendine ait bir şerefi vardır. İlk mertebeye ait şeref, birliğin hakikatidir. Bu yönden vahdet, ahadiyetin kendisi; Vahid'in zatıdır. Herhangi bir şeyin ahadiyet açısından ele alınması, onun Zat'tan farklı olmayışı bakımındandır.

İkinci mertebeye ait şeref, birliğin, Vahid'in bir sıfatı olmasıdır. Bu, “sıfatların birliği” veya “bağıntıların birliği” diye isimlendirilir ve “Allah” ismi açısından Hakk'a izafe edilir. “Allah” ismi, bütün isim ve sıfatların kaynağı, yaratılmışlar katında idrak edilen tüm birlik ve çokluğun kökenidir.

Üçüncü mertebeye ait şeref, birliğin, kendisine fiil ve sıfat hükümlerinin katışmasından beri oluşudur. Bu hükümler iki kısımdır: a) Çoğul(sal) birlik: Bir olarak akledilen, ancak ortaya çıkışı birden fazla şarta bağlı olan hükümler -ki birlik, bunları potansiyel olarak zatıyla kapsar. b) Çokluktaki bir(eysel)lik: Birlik tarafından kapsanmayan, ancak birliğe izafe edilen hükümler. Bunlar kendi başlarına bir olarak değerlendirilirler; ikinin yarısı ya da üçün üçte biri gibi.

Çoğalmanın göreceli olarak mı, yoksa varlıksal olarak mı gerçekleştiği sorusu, bu son mertebedeki birliğe yönelik ortaya çıkar ve birliğin hangi kısım hükümler karşısında değerlendirildiğine göre de cevaplanır. İlk iki birlik mertebesinde ise çokluk ya yoktur, ya da hayalidir.

Çokluğun tersi olan ve fiilin, failin ve çokluğun kendisi ile zuhur ettiği yerin birliğinden dolayı fiiller mertebesine ait olan bu (çoğul) birlik, Hud fassına aittir ve Hud'un tecrübe ettiğidir. Çünkü Hud'un bahsini ettikleri “alınlardan tutmak”, “yürümek” ve “sırat” (yol) olmuştur -ki bunların hepsi, yönetim ve tesir hükümleridir ve kuşkusuz hepsi de fiildir. Haber verişinde fiilin birliği, tesir alan yerdeki çokluk hükümlerine hakim olmuştur. Dolayısıyla tüm fiiler aynı faile ait olur. Bundaki sır ise, “Hiç bir canlı yoktur ki, onun alnından tutmuş olmasın.”(Hud, 56) ayeti ile işaret edilen vasıta ve sebeplerin dikkate alınmayışıdır. Burada, el, sıfat veya başka bir şey olmaksızın, tutma eylemi doğrudan zata izafe edilmiştir. Böylelikle fiillerin kendinde zuhur ettiği mazhara ait (asıl olmayan, ek) fiiller, asıl (tek) fiilin kendisi olur -ki bu da mazharın, (gerçek) failin kendisi olduğunu gösterir. Bu, orta derecedekilerin birliği gözlemleyişidir. Çünkü onların tecrübe ettikleri, sebep ve vasıtaların etken değil, (asıl fiilin öncülüğünde) hazırlayıcı olmalarıdır.

Şöyle ki, fiil aslında birdir ve Hakk'ın eseridir. Bir başkasının, hakikati açısından fiilde etkisi yoktur. Fakat bu bir tek fiil, tesir altında kalan yerden farklı (ek) fiiller kazanır. Bu çokluğun, onu “kazanan” kimseye şimdi veya daha sonra bazı fayda veya zararları olur. Bu fayda ve zarar, bedeni ve/veya ruhu açısından insana döner (atfedilir).

Bu orta sınıftan daha üstün ve daha açık keşif sahibi olan bir sınıfa göre ise, tek fiil, -asılda ilahi ve mutlak olsa da- vasıfsız olarak tesir etmekle ortaya çıkar. Bu yükümlülük tesiri, mertebelere göre gerçekleşir. Her mertebede, zorunluluk ve imkan hükümleri kendilerini kabul eden ve toplayan şeyde karışık haldedirler. Bu karışımda, zorunluluk hükümleri imkan (vasıtaların ek) hükümlerine baskın gelirse, fiil sınırlandıktan ve çokluğu kabul ettikten sonra “itaat” ve “razı olunmuş fiil” olarak değerlendirilir. Aksi takdirde ise “günah” ve “çirkin fiil” olarak isimlendirilir.

Güzellik ve çirkinlik, failin amacı ve mizacı dikkate alındığında fiilinin şeriat ve akla uygunluğuna göredir. Yalnız aklın yeterli olmayışı, şeriatın -akıl tarafından bilinen iyilikler/kötülükler dışında- dünyada akıllardan gizli kalmış bir takım iyi ve kötü fiilleri ve de bu fiilleri işleyenlere veya onunla nitelenenlere dönecek olan iyilikleri/kötülükleri açıklamasıdır.

Başka bir sınıf daha vardır ki, onların deneyimleri ve görüşlerine göre sebep, şart ve vasıtalar Hakk'ın belirmesinden başka bir şey değildir. Ortaya çıkmayı gerektiren şey (iyi/kötü) ne olursa olsun, bütün bunlar Hakk'ın tek fiilidir. Bu fiilin görünüşte izafe edildiği kimseye, fiilin hükmü ve neticesi ulaşır. Bu da, onun görüşüne (algısına), bilgisine, tasarruf konusunda birlik ile olan ilişkisine ve asli fiile göredir. Bunu tatmayan kimse, fiillerin hangi açıdan Hakk'a izafe edilebileceklerini bilemez. “Attığında sen atmadın, fakat Allah attı.”(Enfal, 17) ve Sana biat edenler, Allah'a biat etmiştir.”(Fetih, 15) ayetlerinin sırrını bilemez. Ayrıca Hz. Peygamber'in, “Allah kulunun lisanı üzerine, kendisine hamd edeni işitmiştir.” buyurduğu hadisin sırrını; “Ben onun işitmesi, görmesi, eli ve ayağı olurum. Benimle işitir, benimle görür, benimle koşar, benimle tutar.” hadisinin sırrını da anlayamaz. Ayrıca, “Allah onların cezasını versin; onları sizin ellerinizle cezalandırır.”(Tevbe, 16) ayetinin sırrını da anlayamaz.